Saturday, March 22, 2014

Toplum, teknoloji ve design

Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:19
23 Mart 2014, Pazar, Lefkoşa

Bugün, yazıma nasıl başlayacağımı bilemiyorum.  Bildiğim; bugünün dünden daha farklı bir gün olduğu: dünyanın gözü önünde meydana gelen “ben, benim, bana, benden…” gerekçeleriyle uygulanan bir karartma operasyonu farklılaştırdı bugünü.  Otuza yakın ülkeden sanatçının katıldığı bir uluslararası sanat çalıştayına davetliydim.

Mısır’dan, Çin’den ve İran’dan kimse yok, ancak diğerleri bizim TV kanallarının yayınından önce, internet üzerinden hemen öğrenmişlerdi her şeyi.. Dünyanın her geçen gün daha da küçüldüğü bu yüzyılda toplumsal olaylara sanatçıların duyarsız kalması mümkün değil. İlgili olan herkes araştırdığında bizzat kendi dilinde yorumlar da okuduğu için konuya ilişkin sohbetlerin yüzeysel olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Daha geçen haftaki yazımda “bir” toplumun akademik ve sanatsal “tarihine not düşmek için” çabaladığımı ifade etmiştim. Ancak; bugün dünya siyasi tarihine sosyal medya üzerinden çizik atılmasına tanık olmak da varmış ifadesini kullansam yanlış olmaz sanırım!  Bu ifadeden hareketle aşağıdaki soruların “fikir özgürlüğüne taraf olma” adına kanatlanması ve gelip kağıda konmasını “insani” bir beklenti olarak ele almak yanlış olmasa gerek.

Sorular şöyle: Demokrasinin uygulanırlığı esas alınarak ölçü birimi oluşturulmuş liglerin hangisinde top oynuyoruz sorusu, dünya akademik sıralamasındaki yerimizin neresi olduğuna ilişkin soruya cevap özelliğini de taşır mı acaba? Sporu televizyon karşısında maç seyretmek olarak kabul edenler ile akademisyenliği memurluk ile eş değer görenlerin arasında bir fark var mıdır?  Siyasi iddiaların kurufasulye ile gastrolojik bağlantısı, dünyanın hangi ülkesinde bu kadar yakın ilişki içindedir ve bundan rahatsız olmayanların beş duyu organının çalıştığından şüphe etmemek mümkün mü? Düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün temel insan haklarından biri olduğu kabulü, sadece “ben” söz konusu olduğunda değil, toplum veya “herkes” için de neden geçerli olmalıdır? Toplumsal ilerleme veya demokrasi, onların üstü çizilerek veya kesintiye uğratılarak sürdürülebilir mi?  Akademik ve/veya bilimsel ilerleme, fikir özgürlüğünün bulunmadığı “yerlerde” mümkün müdür?

Bugünün farklılığını soruların içinde bırakarak özellikle “Arap Baharı”nın yaşandığı coğrafyada son yıllarda yaşanan sosyolojik süreç tek bir cümle ile şöyle özetlenebilir mi acaba? Bilgi teknolojilerinin baş döndürücü gelişimi, üretici değil de “tüketici” kimliği ön planda olan toplumları “sosyal designırlar” aracılılığıyla büyük bir çalkantıya sürüklemedi mi; ya da bu design edilen ülkeler düne göre daha mı çok demokrasiye sahipler, oradaki insan hakları kimin umurunda veya hangi ligdeler?

Mutlaka daha öncesi değişik boyutlarda meydana gelmiştir ancak; düzenlemenin görünen/alenileşen başlangıcında Irak topraklarında ilerleyen tankların görüntülerini uydu üzerinden canlı yayınlayan TV kanallarının, paletlerin altında ezilen kum tanelerini sanatsal sunumla dünyaya yaydığı sırada zafer çığlıkları atanlar, bugün tef mi çalıyorlar yoksa piyano mu?

Birileri, bilgisayarın insanın yapabilirliğini inanılmaz derecede artırdığına inanırken, diğerleri sosyal medyada kullanılan programlar aracılığıyla geleceğin çevresel değişimlerine aşı¬rı tepki gösteriyor. Dünyanın bir tarafı bilimle uğraşıp ürettiği teknoloji ile galaksiler arası yolculuğun hazırlığını yaparken, diğer tarafı “kuşları” kafesliyor.

Görünen o ki; toplumlar zamana, dolayısıyla teknolojiye ayak uyduramayanlara karşı hiç de merhametli değiller.  Güne ve sanata yakın kalmanız dileğimle.

Tuesday, March 18, 2014

Toplum, design ve sanat

Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:18
18 Mart 2014, Salı, Lefkoşa

Yazılarımın bir kısmını daha önce de söylediğim üzere; kültürünün en önemli taşıyıcılarından biri “söz” olan toplumun “tarihine not düşmek için” özellikle akademisyenlere yönelik kaleme aldım.  Çok önemli yorumlar, katkılar, destekleyici eleştiriler ve keyif aldım. Mutlu oldum, minnettarım da.

Geçen haftaki yazımda: “…kapitalist sistemin önemli ulaştırıcılarından “vitrin” ve vitrinin “dışındakine” bir parantez açmak gerek: Önünden geçenlerin çok büyük bir çoğunluğunun beslenme alışkanlıkları ve taşıdığı genler nedeniyle ne oran ne de orantı açısından uyumsal örtüşme değil; sadece türdeş figür benzerliği olan mankenlere ve onlara giydirilenlere hayran hayran bakmalarını anlamak “bence” mümkün!...”diye yazmışım.  Düzenli olarak yazmaya başladığım yaklaşık dört ay öncesinden beri şuna dikkat ettim: ben yazdıklarımdan sorumluyum, okuyanın anladığından değil! Diğer “profesyonel” köşe yazarlarını okudukça “anlaşılmak” sorununun; düşünsel paylaşımlarla örtüşmese dahi ortak bir değer olduğunu fark ettim.  Elbette ki çalışma alanı plastik sanatlar olan bir akademisyen kimliği ile “anlaşılma” konusunda pek bir sıkıntıya meydan vermeyecek şekilde açık ve net olarak iletmek istediklerimi yazıya dökmüş olduğumu sanıyorum.  Günlük hayatta en çok karşılaştığım “demokrasi” ve “alan tacizi” sorunlarını; -yetersiz ve yeteneksiz insanların kısaca, dansta terlemeleri süresini- Freud’un psikanalizine bağlayarak şimdilik piste gömüyorum!

Ancak ve duyarsız kalamayacağım bazı toplumsal sorunlara “farkındayım” demek için zaman zaman küçük göndermeler ile yer verdim yazılarımda.  Örneğin; “…vaziyet “size demokrasi getirdik” denilecek kadar vahimdir…” demişim.  Bugün biraz daha geniş bakalım: “mahallenin öğretmeni imama yenildi” diyerek Türkiye’de proje yürütenler ve onlara paralel ya da doğrudan destek olanlar; Kuzey Afrika, Arap Baharı gibi süslü tanımlar kullananlar, aslında “design” edilenin bu coğrafyadaki inanç sistemleri üzerinden “çıkar” olduğunu pek iyi biliyorlardır.  Akım medyada tartışılanlara baktığımızda ise insan hakları, özgürlük, demokrasi ile süslenmiş bir “devşirme” maskeli balo var!

Yirmibirinci yüzyıl insanının “kültürlendirilmesinde”; hangi görüş öne çıkarsa çıksın, hangi yönelim baskın olursa olsun, mutlaka ve birilerine hizmet ettiği için hiçbir görüşün tarafsız olduğu söylenemez. Bunu “yönetsel” bir gerçek olarak algılayabildikten sonra geriye; her türlü tarafsızlık ve evrensellik iddiasının aslında ideolojik bir kurgu olduğu sonucuna varmak kalıyor…  Sonuçtan geriye doğru baktığımızda ise; taktik olarak böl, parçala, yönet ile hangi enstrümanların, kimlerin aracılığıyla, nasıl kullanıldığına tanık olmak; yirmibirinci yüzyıl insanının belki de en büyük talihsizliğidir.

Birilerinin “ayaklar altına aldığı” değerlerin önemi; toplumsal olayların “pasif” bir şekilde dışa vurumunda kendini yeterince göstermiyor mu?  Sorunun cevabı olmasa da, sanırım birilerinin hırstan, kinden, nefretten; kimilerinin de gazdan gözleri kör oluyor… Hatta birileri de ölüyor!  Cevap: “döviz kuru bundan etkilenmez”…

Epey zamandır üzerinde düşündüğüm “fastfood design yöntemi” ile ilgili daha çok şey yazmak gerek. Tabii ki bu design yöntemi sadece siyasi veya ekonomik arenaya değil, hayatın her alanına girmiş durumda.  Ortak özellik olarak belirgin bir şekilde göze çarpan şu yorum pek de yabana atılacak türden değil: önce kimliksizleştir, sonra senin istediğin yeni bir kimlik yükle…

Görünen o ki sanat; bu “design”dan en hızlı nasibine kavuşan alan!