Sunday, August 17, 2014

Eğitim, kapı ve rakamlar

Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:40
17 Ağustos 2014, Pazar, Lefkoşa

YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!



Üniversitelere giriş; hâlâ isteyenler için bu yıllık şans olarak uzaklarda bir yerlerde öylece duruyor… Kontenjanlar ilk açıklandığında fark ettiğim onlarca ilginç bölüm, adına pek sık rastlanmayan onlarca yeni program orada bekliyor, birileri kapılarını çalsın diye... Kapının öbür tarafında hayatlarının karar aşamasında olan yüz binlerce genç.  O kapıların sahibi ya da sahipleri var birde.  Ya da devlet kapısını babasının malı sananlar.  Bugünkü yazım kapının dışında kalıp da, içeri girmeye çabalayanlara yönelik olsun diye ümit ediyorum…  Yazma hakkımı kullanarak, üniversite kapılarında bekleyenlere bu hafta da ayrıcalık tanımaya çalışacağım!

Peki kapının dışında durum nedir?  Geçen hafta, Türkiye Cumhuriyetinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı halkın oylarıyla seçildi!  Seçimin üzerinden, halen daha günlük artçı depremler devam etmekle beraber; siyasetle duygusallığın bu kadar içi içe olacağını sanırım kimse beklemiyordu ki, seçim sonuçlanmışken sonuç üzerinden gürültü, “içe doğru” kayarak devam ediyor.  Hele de sosyal medya!  Birazdan esas konunun rakamlarına geçeceğim ancak, kazanan oniki yılda dokuz kere kazanmış.  Bu süre içinde kaybeden de dokuz kere kaybetmiş demektir bu.  Yaşam, kişi için bir maraton ise, iktidar da siyaset için aynı anlamı taşır.  Yalnızca rakamsal bir kıyaslama için, kendi tarihimin siyasi kısmından hatırladığım; İngiltere’de Margaret Thatcher, 1979-1990 yılları arasında Başbakanlık yaparken, Partisi 1997’ye kadar iktidarda idi, yani on sekiz yıllık bir iktidar, ya da öbür tarafta on sekiz yıllık bir muhalefet…

Bizim kapıya dönersek yeniden; genellikle kendi çabalamalarıyla nice kapıdan geçip akademisyen olmuşlar, elbette ki yaz döneminde özel uzmanlık alanlarında çalışmaktan biraz uzak durur, nefes alırlar.  Daha ileriye sıçramak için biraz geri çekilmek gerekir ya, bu da öyle bir nefes alma olarak ele alınmalı.  Şöyle ki; ille de ailelerinden bir ferdin sınava girmesi gerekmez belki ama, bu dönem içerisinde doğrudan olmaz ise bile mutlaka göz ucuyla üniversite giriş sınavını ve sonuçlarını takip ederler.  Hatta çaktırmadan görev yapmakta oldukları üniversitenin “tercih edilenler” arasındaki sıralamasını, fakültelerine gelen en yüksek puan ile eşdeğer fakültelere gidenler arasında puan kıyaslamasını yaparlar.  Eğer durum kendi lehlerine ise “diğerlerine” yönelik ben de “buradayım” diye yüksek sesle kahkaha atarlar!  Kimileri rakamlarla istatistikler çıkarır, yorumlarla yeni stratejiler belirler, tarihlerle hedefler koyar önüne…  Karşılık görür mü bu işte, onu bilemem!  Bu benim “yaşama biçimim” diye eğer kendini kandırmış ise kişi, zaten sorun yok.

Peki bu yaz neler vardı “etrafta” göz ucuyla bakıldığında göze çarpan?  Örneğin; OECD ülkeleri ile Türkiye’deki eğitimin rakamsal kıyaslamalarından başlayalım: Türkiye’deki yetişkin nüfusun yüzde altmış sekizi ilkokul mezunu.  Bu rakamın OECD ülkelerinde yüzde yirmi beş olduğu görülüyor.  Nerede ise ters bir orantı var!  Benzer bir ters orantı da, bir eğitim kurumuna kayıtlı 03-04 yaş gurubu nüfusunda var.  Türkiye’de, bir eğitim kurumuna kayıtlı nüfus oranı yüzde oniki, buna karşın AB ülkelerinde yaklaşık yüzde seksenbir!

Öğretmen kadrolarına bakınca da durum pek iç açıcı değil.  Resmi rakamla göre Türkiye’de 2013 yılında 705.468 öğretmen görev yapıyor.  Bunlardan yaklaşık 101.000 öğretmen yönetici, uzman, vb. gibi konumlarda çalışıyor. Yine resmi makamlara göre (MEB ve ÖSYM) ihtiyaç olarak gösterilen öğretmen açığı rakamı 128.867.   Bu rakam toplandığında ortaya çıkan sonuç 229.867.  Gerçek öğretmen açığı rakamı bu olsa gerek! Buna karşılık atanmak için bekleyen 300.000 öğretmen olduğu ifade edilirken durumun herkes için büyük bir sıkıntı oluşturduğu açık.  Avrupa Birliği müzakere sürecinde açılan fasıllar tartışılırken “doğuya doğru gitmekte olan gemide biz batıya doğru koşmak istiyoruz” sözleri duyuluyordu.  Domatesin rengine hıyarın boyuna karışan Avrupa Birliği eğitim sistemindeki çarpıklıklara hiç burnunu sokmadı, acaba neden?

Bu karmaşanın devamında; karşımıza çıkan başka bir sorun da, öğretmenin kendi branşında derse girmesi! Kimya mezunu Matematik, Türkçe mezunu Fizik, Tarih mezunu Resim dersine girerse ne olur?  Elbette pilotun gemi kullanması, taksi şoförünün uçak kullanması gibi açık felaketler hemen görülmez ama, o eğitim sisteminden “geçmiş” olan kuşaklar açısından bakıldığında sonuç, çok da farklı olmayacaktır.  Bir de; üniversitelerin bir kısmında küçük hesaplar peşinde koşup ucuz kahramanlıklar gösterme derdinde olan bazı yöneticiler, başka bir sorunun oluşumuna çanak tutmaktalar.  Şöyle ki; müfredat programlarına nerede ise her branştan bir ders koymayı maharet sayan, profesyonel yaklaşım yoksunu bu muhteremler, böylece uzmanlık alanlarına saygı duymama cehaletini göstermiş oluyorlar. Özellikle günü kurtarma hedefli hareket eden bu tür lisans düzeyi yöneticilerinin eğitime verdikleri zarar, ulusal eğitim sistemi içinde kendini, “maalesef” ile göstermektedir.

Yine ilköğretim düzeyi, (yani 06 ila 15 yaş aralığındaki öğrenci için) kişi başına yapılan harcamada Türkiye, OECD ülkeleri arasında (kaynaklara göre) 19.821 dolar ile son sırada yer alırken, Lüksemburg 197.598 dolar ile birinci sırada yer alıyor.

Eğitimle birileri ilintilendirebilir diye bende yazayım; kadın istihdam oranı Türkiye’de yüzde otuzbir, Rusya Federasyonunda ise yüzde yetmiş iki!

Eskisi kadar gündeme gelmese de, YÖK sistemindeki değişiklik beklentilerine ilişkin birkaç cılız ses yazıya dökülmüş olarak karşımıza çıktı basında.  Bu yaz, ülkeler arasında sınırların kalktığı, çok kültürlü-uluslararası olmanın en azından eleman istihdamında tercih edildiği çağımızda, Yüksek Öğretim Sisteminden de değişim beklentileri “yine yeniden” dillendirildi. Aynı bölüme yerleşen burslu öğrenciler ile, ücretli öğrenciler arasındaki puan farkı örnekleriyle tartışıldı köşelerde… Genellikle yetenek sınavıyla öğrenci alımlarında baraj olarak kullanılan puan (180), merkezi sistemle öğrenci alan bölümlerde de kullanılsın istendi… Özellikle vakıf üniversitelerinin barajı geçenlere tüm kapılarının açık olması istemleri dillendirildi.  Bilindiği üzere; son yıllarda devlet üniversiteleri uluslararası öğrenci alımında, kendi sınavını kendisi yapıyorlar.  Bu durum vakıf üniversitelerinin de kendi sınavlarını yapma isteminde haklılık payını yükseltiyor.  Ortaya çıkan durum, vakıf üniversitelerinin taleplerine haklı bir gerekçe oluşturuyor da denilebilir.

Başka bir yazının konusu olacak kadar önemli bir sorun; kendi sınavlarını kendileri yapmak isteyen üniversiteler…  KKTC’de üniversiteler, KKTC vatandaşı adaylar için kendi sınavlarını kendileri yapıyorlar.  Kaynaklar; Yakın Doğu Üniversitesinin (YDÜ), alan tercihi ve burs sıralaması sınav sisteminin, oldukça başarılı olduğunu belirtiyorlar.  Ayrıca; KKTC’deki diğer üniversitelerin (LAÜ, DAÜ, UKÜ, GAÜ) yaptığı sınavlardan da herhangi bir sorun basına yansımış değildir.

Son haftalarda şaşırtıcı bir şekilde üniversitelerin lisansüstü programlarına yönelik haberler yer aldı.  Alınacak öğrenci sayısından, vakıf üniversitelerindeki ücretlere kadar kıyaslamalı yazılar yayınlandı.  Geçmiş yıllarda genellikle sınav tarihleri bildirilirdi, bu düzeyde ve böylesi detaya pek girilmezdi.  Yazımın başında değindiğim “siyasi gürültü”ye benzer bir gürültü de kontenjanların nasıl doldurulabileceğine ilişkin yazılar ile kendine gösterdi.  Fırsat eşitliği, hak, hukuk ve adalet kavramlarının biraz flulaştığını tartıştı yazanlar.   Ancak tüm üniversiteler için sonuca yönelik bir uyarı yapmak zarureti şimdiden ortaya çıkmış görülüyor:  Her düzeyde, mesleki “yeterlik” önemsenmelidir.

Sabahattin Eyüboğlu’nun Türkçeye çevirdiği; Jean-Jacques Rousseau’nun “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev” kitabında bir bilge der ki: “ben öğrencimin vaktini top oynamakla geçirmesine razıyım, hiç olmazsa gürbüzleşir.  Biliyorum çocuğu bir şeyle uğraştırmak gereklidir, çünkü boş oturmak çocuklar için en büyük tehlikedir.  Öyleyse ne öğrensinler diyeceksiniz, bu da sorulur mu? Adam olunca ne yapacaklarsa onu öğrensinler, unutacakları şeyi değil.”

Yukarıda, kilidi ve anahtarı hakkında düşüncelerimle üç boyutlu olarak etrafında dolandığım kapının; “mesleki” tercih yapma sorununu güncel olarak yaşayan gençler için açık olması umudum ile yazımı noktalıyorum.

Meslek seçin, eğitim alın, sanatla kalın…