Saturday, December 26, 2015

Reis, Sancar, sanat

KIBRIS gazetesi, sayfa:28



Güneşli bir Haziran günün akşamına doğru; yaşlı kızıldereli reisi otağının önünde, henüz lise diploması almış torunuyla oturmuş sohbet ediyorlarmış.  Otağın az ötesindeki düzlükte iki kurt köpeği birbiriyle boğuşup duruyorlarmış... Köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahmış.  Torun kendini bildi bileli o köpekler dedesinin çadırının etrafında öyle boğuşup duruyorlarmış... Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiymiş bunlar.  Torun, kulübeyi korumak için aslında bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyormuş. Ancak dedesinin neden ikinci bir köpeğe ihtiyacı olduğunu da bir türlü anlayamıyormuş. Hatta bu köpeklerin renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu da çok merak ediyormuş... Kafasındaki meraklı sorularla dedesinin sohbetini dinleyip köpeklerin boğuşmasını izlerken dayanamaz sabırsızlığına yenik düşer ve biraz da tedirginlikle sorar dedesine:

- Bu köpekler neyin simgesidir, dede?

Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle bir taraftan torununun sırtını sıvazlarn diğer taraftan da onu yanıtlar.

- Onlar der, benim için iki simgedir evlat.

- Neyin simgesi, diye sorar torun bu sefer heyecanla.

- İyilik ile kötülüğün simgesi, diye yanıtlar dede... Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları. 

Torun, sözün burasında; ‘mücadele varsa, kazananı da olmalı’ diye düşünür.  Her akıllı ve meraklı genç gibi o da, bitmeyen sorularına bir yenisini daha ekler:

- Peki dede, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle bakar torununa, elbet biraz da gururla.  Çünkü; torunu tam da beklediği soruyu sormuştur kendisine.

- Hangisi mi evlat?  Elbette ben, sahibi olarak hangisini daha iyi beslersem o kazanır!

Geçen hafta Kıbrıs sayfalarında seyis ile profesör dersini paylaşmıştım.   Güneşli bir Aralık akşamında Lefkoşa'ya doğru, aradaki “yeşil hattı” fark edebilecek kadar yukarıdan bakarken bu hafta "ders" olarak paylaşmak için yukarıdaki reis ile torununun sohbeti geldi aklıma.

Öyleyse bugünkü dersi ve nedenlerini biraz açalım:

Bu dersi yerelle ilişkilendirirsek: Annan planı çerçevesinde yapılan referandum süreci..  Bunun öncesinde verilen sözler...  Sonrasında ise karşı çıkan ile kabul edenin elde ettikleri ve bugünkü durum...  Kandırılan bir daha kandırılmaya hazırlanıyor…

Kalkar çözüm derler bunun adına, biri arsız biri kör, iki gözüm!

Onur ve gurur duyduğumuz bir evrensel başarı ile dersimize devam edersek:

Moleküler tamir mekanizmaları üzerinde yaptığı araştırmalarla 2015 Nobel Kimya Ödülünü alan Profesör Aziz Sancar açıkladı: “Ödülü 19 Mayıs’ta Türkiye’ye gelerek Anıtkabir’de Atatürk’e bırakacağım.”  Sancar, kendisini yetiştiren, okutan Cumhuriyet’e çok şeyler borçlu olduğunu belirterek “bu ödül Ata’mız sayesinde alınmıştır” dedi.  Sancar’ı ‘büyük’ yapan özellikleri düşününce tablo şu: Kendisini okutan Cumhuriyet’i hiç unutmamış.

Yakasına “Atatürk rozeti” takan Profesör Aziz Sancar’ın “Nobel ödülümü Atatürk’e ithaf ediyorum” dediği gün… Atatürk’ün kurduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2016 takvimi bastırdı, padişahların, Abdülmecid’in filan fotoğrafı var, bi tek Atatürk’ün fotoğrafı yok.

Önce biliminsanları göçtü yavaş yavaş, birilerinin içine tükürdüğü sanat hep dışlanmıştı zaten... Oysa
Darwin ne demişti: “Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir...”  

Kanatları kırılan kuşun durumunu şu gerçek anlatmaya yeter de artar bile:

Profesör Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığı gün… Adana’da bir öğretmen ilkokul öğrencilerini mezarlığa götürüp, ahiret, kıyamet ve yeniden dirilme konulu ders verdi, mezarlık adabını anlattı.

Bir konsere, resim/heykel atölyesine, ya da bir kimya laboratuarına götürecek değil ya!

Herbert Read “estetik duyarlılığın eğitilmesi, eğitimin en önemli ve temel görevlerinden biridir” der. Bu görevde öğrenciye yaklaşım biçimi önemlidir. İnsandaki enerjiyi, yaratma isteğini bir yere doğru yönlendirmek eğitimle olur.  Burada önemli olan bu enerjinin doğru alana yönlendirilmesidir.  İşte genelleme yapacak olursak bilim eğitiminin yanında sanat eğitimi de bu nedenle gereklidir.  Herbert Read “iyi sanat eseri yaratılması değil, daha iyi insanlar ve toplumlar yaratılması amaç edinilmelidir” der.

Sonuç: Kızılderili reisi ne demişti torununa “…hangisini daha iyi beslersem o kazanır!”

Sanata yakın kalın…

Sunday, December 6, 2015

Düşünüyorum, üretiyorum: merhaba!

KIBRIS gazetesi Pazar eki sayfa:3



Fransızcası ile "Je pense, donc je suis", Latincesi ile "Cogito, ergo sum!" Türkçesi ile ise “düşünüyorum, öyleyse varım”; diye dillendirmişti René Descartes 1637’de Batı rasyonalizminin sloganına dönüşecek yorumunu.  Ben bunu, “üretiyorum öyleyse varım” diye değiştirsem çok ayıp etmiş olmam umarım!

Kıbrıs gazetesinin sayfalarından merhaba demeden önce yazının başlığındaki “üretmek” nedir sorusu ile başlayalım öyleyse!

Kaynaklara göre üretmek; ekonomik yarar veya insan gereksinimlerini karşılamayı hedefleyen her türlü çalışmadır. Beyin, beden veya sermaye kullanılarak elde edilen yarardır…

Üretim her zaman belli ortamda ve belli toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşir. Ortam ve o toplumsal ilişkiler, üretimin hem ön koşulu, hem de sonucudurlar.

Üretimin ilk gelişim evrelerinde, doğal koşullar ve olanaklar, üretimin belirleyicisi durumundadır. Ancak doğal olanaklardan yararlanabilme, toplumun gelişmişlik düzeyine ve daha da önemlisi üretim güçlerinin durumuna ve ilişkilerine bağlıdır.

Üretimin ikinci gelişim evresinde ise bilimsel ve teknik kazanımların damgasını taşıyan süreç söz konusudur.  Bu basamakta, bilimin doğrudan toplumsal bir üretim gücü haline gelmesi, üretimin ilerlemesinin en önemli taşıyıcılarından birini oluşturur.

Üretim ve üretimin gelişmesi, tüm toplumsal ilişkilerin, yaşamın temelini oluşturur. Bunlar aynı zamanda sosyo-ekonomik yapının karakterini belirlerler. Bir toplumdaki dağıtım, tüketim, işbölümü ve toplumsal zenginliğin bölüşümü, sınıf ve tabakalar halinde toplumsal farklılaşma, hükmetme ve sömürünün ya da adil bir işbirliğinin toplumsal ilişkileri, üretimin birer sonucu olarak değerlendirilebilir.

Üretim, her zaman somut-tarihsel bir biçime sahiptir. Bu biçim, üretim güçlerinin ve dolayısıyla üretim ilişkilerinin belirli bir kesimi tarafından kontrol edilir, bununla birlikte belirli bir sosyo-ekonomik yapının da temelini oluşturur.

Yazımın buraya kadar olan kısmını; yararlandığım kaynakların sınırları içinde kalarak ve her durumda olduğu gibi işi uzmanlarına bırakarak kısa keseyim. Çünkü üretimi uzun uzadıya veya teknik olarak tartışmak değil amacım. Ancak, yukarıdaki temellendirmelerden hareketle, neden üretmek esastır veya üretiyorum öyleyse varım diye yazdığımı açıklayayım!

Elbette özet olarak açıklayacağım; üretmek “gerekli olduğunuzu” hissettirir. Üreterek var olursunuz, farklılaşırsınız, yüreklenirsiniz... Mekân ve zaman içinde hareket de edersiniz…

Varmak istediğim sonucun gerekçesidir bu: üretiyorum öyleyse varım!

Kıbrıs gazetesinin okuyucularına bugün bu sayfadan merhaba demeden önce;  parantez içinde başka bir açıklama daha yapmayı borç biliyorum: Kıbrıs Postası gazetesinde 1 Kasım 2013’den 8 Kasım 2015’e kadar kesintisiz 105 makalem yayınlandı. Kurumsal destekle başlamıştım orada yazmaya ancak, kendilerine veda edemedim!  Ürettiklerimi kalıcı kıldıkları için izninizle buradan kendilerine teşekkür edeyim.

Yukarıda büyük bir keyifle “üretiyorum öyleyse varım” dememin nedeni; özellikle yaşamımdaki o yazdığım zaman dilimi ve o sayfalarda yayınlanan yazılarımdır.  Bir bilge; “ancak hoşçakal deme cesareti olan, yeni bir merhaba diyebilir” der!

Yaygın olarak selam vermeyle eş anlamlı olduğu sanılan merhaba ne anlama gelir peki, anlamı nedir merhabanın? Bizimle aynı dili kullandığına inandığınız, merhabanın anlamını bildiğine kanaat getirdiğiniz insanla, konuşmaya başlamadan önce neden merhaba deriz? Benim de ön yargılarım vardı merhabanın ne olduğuna ilişkin ama, serde akademisyenlik olunca yazmadan önce bir araştırmak istedim.
Şu sonuçları buldum:

Merhaba; kimilerine göre Farsça kökenli, kimilerine göre ise Arapça kökenli bir sözcük… Her ikisini de sıra ile inceleyelim. Sonuçta her ikisinin de hoş ve sıcak bir anlamı olduğu kabul görecektir.
Kaynaklara göre; birinci köken olarak Farsça “benden size zarar gelmez” anlamında kullanılmaktadır. Bundan dolayıdır ki; selam verip oturduktan sonra sıra ile merhaba denir.  Böylece her merhaba diyen kişi; -istisnayı durumlar dışında- “benden size zarar gelmez” diyerek iyi niyetini gösterir.

İkinci köken olarak Arapçada ise “merhaben” merhabaya en yakın sözcüktür. Yine kaynaklara göre bu kelime Arapçada “ismu mekan” kalıbında kullanılmış olup, aslı “rehube” olan bir sözcük. İlk selamlamadan sonra “sefa geldiniz” anlamında, “oturunuz, rahat ediniz” anlamında kullanılırmış.
Biz “benden size zarar gelmez” anlamındaki merhaba ile sayfamıza adım atalım!

Artık; Kıbrıs gazetesinin sayfalarından ve bu yazıyı okuyan herkese yeni bir “merhaba”!

Hatırladıkça veya okudukça büyük bir keyif aldığım, küçük bir dersi merhaba ile birlikte sizinle paylaşmak isterim:

Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş.
Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan bir seyis dışında bomboş.

Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör seyise sormuş:
- Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım?

Seyis cevap vermiş:
- Hocam ben basit bir insanım, akademik konulardan anlamam.  Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını  görseydim, yine de onu beslerdim.

Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamış.

İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstaki sözlerini tamamladıktan sonra da kendini hayli mutlu hissetmiş. Konferansından keyif aldığı her halinden belliymiş. Ancak ve yine de merakla, salondaki tek dinleyicisinin de, verdiği konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını istemiş olacak ki seyise sormuş:
- Konuşmamı nasıl buldun?

Seyis cevap vermiş:
- Hocam, sana daha önce basit bir insan olduğumu ve bu akademik konulardan pek anlamadığımı söylemiştim.  Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, elbette onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip de hayvanı çatlatmazdım!

Tartışmanın sonrasını bilemem ama, bence seyis iyi ders vermiş Profesöre!

Bu dersten biz de şöyle bir yorum çıkarırsak yanlış olmaz sanırım:  "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır."

Merhaba!

Büyük bir olasılıkla René Descartes’in slogana dönüşen yorumu gibi olmayacak ama söyleyelim:
Sanata yakın kalın…

Sunday, November 15, 2015

bize yansıyanlar


Aralıksız 105 hafta sonra; "kurumsal" nedenlerle bu hafta makalemi yayınlayamadım.
Yakından Sanat ile yeniden görüşmek üzere.

Sevgi, saygı ve selamlarımla.

"bize yansıyanlar"

Sunday, November 8, 2015

Gazi’de sempozyum, akademisyenlik

Kıbrıs Postası, sayfa:29, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:105



Zamanın kullanımı konusunda sorumsuzca davranmayı alışkanlık edinmiş insanların, unvan ve meslekleri ne olursa olsun çevreye kötü örnek olduklarını bir kere daha gördüm. Hassasiyetim bir yana, bende birikenler bir makale konusu olacak kadar ağırlaştı!. Ama bugünkü yazı konumu, geçen hafta da bahsettiğim bir sempozyuma ayırıyorum:

Lisansımı "orada" tamamladığımdan dolayı babaocağı diye bahsettiğim Gazi Üniversitesi 2. Uluslararası Sanat Sempozyumunda protokol konuşmalarının ardından yapılan panelde; Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Adnan Tepecik, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Meltem Yılmaz, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin Elmas, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Sibel Sıdıka Sevim ile birlikte katıldığım panelde yaptığım konuşmanın yazılı halini paylaşmak istedim.

“Öncelikle alan açısından çok gerekli olduğuna inandığım böylesi bir sempozyum için Rektör Prof.Dr. Süleyman Büyükberber, Dekan Prof.Dr. Şule Çivitçi ve başta Doç.Dr. Birsen Çeken olmak üzere sempozyumda görev alan tüm ekibi içtenlikle kutlarım.

Gazi Üniversitesinde, yani babaocağında Resim Bölümünde daha öğrenci iken, bu salonda 1982’de bir tiyatro oyununda oynamıştım. Bugün ise bu salondaki panelistler arasında en kidemli Profesör olarak sizlere gururla hitap ediyorum. Davetinizle, bu şansı verdiğiniz için de teşekkür ediyorum.

Devlet üniversitelerinde hep bir hantallıktan ve ataletten söz edilir… Kadro kavgaları, siyasi taraf oluş, baskılar ve mobbing derken idarecilerin de, hocaların da, hareket etme, çalışma ve üretme kapasiteleri düşer, enerjileri heba olur… Böyle bir izlenim var.

Ancak şu an gerçekleşmekte olan sempozyum gibi organizasyonlar ekip ve niyet olduktan sonra şanıyla gerçekleşir gider.  Bunun, farklı üniversitelerde, sanat alanında farklı uygulamalarını görüyoruz. İlk kapsamlı sempozyumun 1985’de ben daha asistanken Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde yapıldığını biliyorum. Oradan ayrılmadan önce dekanken onuncusunu gerçekleştirmiştik. Önümüzdeki yıl, yani 2016’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yakın Doğu Üniversitesinde GÜÇ: SANAT  ve  TASARIM başlığı altında bir sempozyum gerçekleştirmeyi planlıyoruz, bekleriz.

Hem Yakın Doğu’daki bu sempozyumun ilk hazırlıkları, hem de panelist olarak davet edildiğim Gazi Üniversitesi 2. Uluslararası Sanat Sempozyumu için söyleyeceklerim üzerine çalışırken, bildiğim bazı soruların bence netleşen cevaplarını yazıya döktüm ve sizlerle buradan paylaşmak istedim:

Sanat alanında akademisyen nasıl olunur? Çalışınca ve isteyince olunuyor.  Örneğin; bu masada oturan panelistler buna iyi örnektir. Farklı sosyal ve ekonomik koşullardan ve farklı sanat alanlarından gelerek, emsalleri arasından sıyrılarak üst düzey akademisyen olan, yönetici olan bu insanlar konuya iyi örnektir...

Tersinden giderek; akademisyen nasıl olunamazın bazı mazeretlerini kısaca sıralayalım öyleyse:
Tembel olacaksınız: Tembelliğin ne olduğunu açıklamaya gerek yok, o sizinle geliyor zaten, nereye giderseniz, neye niyetlenirseniz, nereye bakarsanız hep yanınızda…

Hep bir mazeretiniz olacak: Mazeretler, işte burası derya deniz… en çok da akademik olarak tıkananların mazeretleri vardır. Mesela; sanat üniversite çatısı altında olmamalı, sanat eğitimi başka bir yapıda olmalı. Git sanatını yap dışarıda, olmaz!  Akademi, üniversite, atölye koşulları, donanım, mekan… mazeretten el aman!

Başkalarını suçlayacaksınız:  mesela, idarenin sanata bakışı, sizi temsiliyeti, derslere girmekte olan diğer hocalar… öğrenci profili...

Bu mazeretlerin dışında elbette: Adınız olacak bir lisans diplomasında, ama bir de soyadınız kadar önemli ve geçerli bir yabancı dil belgesi gerekiyor. Bunlarsız akademisyenliğe adım atamazsınız…

Son olarak kriterler… ÜAK Doçentlik Jürilerini belirleyen üst komisyonundan bilirim; Doçentlik Sınavı Alanları ve Başvuru Koşulları ile ilgili çok tartışmalı dosyalar geldi önümüze.  Güzel Sanatlar Temel Alanına  da diğer alanlar gibi lisans, yüksek lisans ve doktora/sanatta yeterlik diplomaları ile başvurular yapılabiliyor… Ki bu konu bambaşka bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Yabancı dil sorunundan sonra bir de bu yan alanlardan başvurular var. Çünkü; Doçentlik Sınav Yönetmeliğinin 4. maddesinin 2/c hükmü “Doktora, tıpta veya diş hekimliğinde uzmanlık veya sanatta yeterlik derecesi iktisap edildikten sonra…” diyor…

Bu sınavlardan sıyrılıp geçerseniz tamamsınız demektir! Sanat eğitimi verebilecek üst düzey akademisyen olabilirsiniz. Akademisyen, ama sanatçı değil. Çünkü bu sınavlarla sanatçı olunmuyor… Akademisyenlik alanına göre; fizikçinin madde ile, matematikçinin formüllerle, edebiyatçının sözcüklerle uğraşıp akademik unvan alması gibidir bu sanatla uğraşıp da unvan almak. Unvanınız sizi sanatçı yapmaz.

Sanat alanında eğitimi nasıl verebilirsiniz?  Birilerinin bir yerlerden devşirdiği programı müfredatına, hatta Avrupa Kredi Transfer Sistemine uygun olarak uygularsanız yine tamamsınız demektir! İster Güzel Sanatlar Fakültesinde, ister Sanat ve Tasarım Fakültesinde, ister Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde , ister Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesinde ve elbette Eğitim Bilimleri Fakültelerinde derslere girebilirsiniz unvanlarınızla. Ama “eğitebilir misiniz” bilemiyorum.

Sanat eğitimi veren; 2547’ye tabii akademisyen; sanatçı mıdır, yoksa 657’ye tabii memur mudur?  Bu, pek çoğunuzun hoşuna gitmeyecek ama; kestirmeden cevap vereyim, sanatçı olarak yad edilmeyi istersiniz ama, 2547’ye göre aldığınız akademik unvanınızı da önünüzde yürütürsünüz. Akademiye de 657 ile memur kadrosunda başlamamış mıydınız!

Sanatın ve sanatçının toplumdaki yeri nedir?  Son gördüğümde Bülent Ersoy en öndeydi!

Sanatın ekonomik değeri akademiye ne kadar yansıyor? Kuratörler sanatı akademinin tekelinden aldı, sanatı bir disiplin olmaktan çıkardı.  Doğum yerine göre, etnik kökenine göre, hormonlanmış  sanatçılar türetildi. Sanat, kökü dışarıda siyasetin, “faiz lobisinin” emrine verdi. Akademiye ekonomik bir şey yansımıyor artık. Devletin memurlarına verdiği maaşa zam dışında..

Avrupa’daki durum: Buradakilerle kıyaslanamaz elbette ama, orada da durum pek farklı değil aslında! Avrupa Birliği, 235 sayılı Yasayla meslek alanlarının düzenlemesi konusunda; asgari eğitim koşullarının, çalışma koşullarının, unvan kullanma koşullarının, müfredat, ders saatleri; bunların hepsi belli bir düzenlemeye sahip ve mesleğin nasıl icra edileceğini ilişkin de düzenlemeler yapılmış durumda. Ancak pek farklı değil dedim çünkü: Dikkate alınan meslekler şunlardır: doktorluk, hemşirelik, diş hekimliği, veterinerlik, ebelik, eczacılık ve mimarlık.  Mimarlık sanatın çatısı altında tanımlanan tek meslek...

Sonuç:
Başkalarının cetveliyle ölçülmeye alıştığımız için hep kısa kalıyoruz.

Ama çalışmak lazım, üretmek, öğrenmek ve öğretmek lazım... Ulu önder Atatürk ne güzel söylemiş; “yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır: çalışkan olmak!”

Zamana saygı duyun, sanata yakın kalın...

Sunday, November 1, 2015

Mimarlık ve eğitim, sanat

Kıbrıs Postası, sayfa:29, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:104



Bugünden tam otuziki yıl önce lisans öğrenimimi tamamlayıp ayrıldığım baba ocağında, sahne tozu yuttuğum salonda haftaya bir konuşma yapacağım. Kaç gündür düşünüyorum, araya giren yıllar “sanat eğitimi” için epey “şey” söyleyecek kadar verimli geçmiş, bardağı değişik akademik düzeylerde epeyce doldurmuşum ve dolmuşum: Bu benim durumum.  Ancak; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra devletin bir politika olarak izlediği; “eğitim aracılığıyla Anadolu’ya sahip çıkma ve Anadolu’yu aydınlatma” stratejisinin ne kadar doğru olduğunun bugün bir kere daha altını çizmek istiyorum.

Dünyada bir ilk olarak uygulanan Köy Enstitüleri kalkınma projesinin; kimler tarafından, nasıl ve neden durdurulduğu artık belgeleriyle ve sonuçlarıyla bilinmektedir.  Anadolu’ya çivi çakmamış Osmanlı hayranlığı modası da, bu geri dönüşün, Anadolu’yu geri bırakma, kalkındırmama çabalarının, kamufle dahi edilmemiş bir dışavurumudur denilebilir mi acaba?  Cumhuriyeti sindiremeyenlerin, kin, nefret ve kanla beslenenlerin kimler için çalıştıklarını görmek istemeyenlerin bir zamanların Osmanlı coğrafyasına şöyle bir bakması yeterli olacaktır. Arap Baharı maskesi ile demokrasi yalanının batağına dönüşmüş özellikle Libya, Tunus, Irak ve Suriye örnekleri artık tartışılmıyor.  Oralarda Müslümanlar öldürülürken burada bahar havası estirenler; tam da vakıf olamadıkları BOP’un paralı kalemşorları, şimdi “biz kandırıldık” diyorlar… Proje amacına doğru ilerliyor, artık kim takar. Oralarda patlayan bombaların dumanı hala tüterken yok sayılanlar, kendilerini Ankara Garında yüzden fazla cana kıyarak gösterdiler… İki haftada bilim alanında bir Türk’ün Nobel ödülü aldığını unuttuk, kimler hatırlıyor Arap baharını, o “Müslüman kardeşime” ne oldu? Ayrıca şunu da hatırlamakta yarar var ey halkım; bugünkü idareciler koltuklarına gökten zembille inmediler...

Yukarıda baba ocağı dedim, Anadolu aydınlanmasında çok büyük bir yere sahip olan, mezunlarının Anadolu’da onlarca üniversite kurduğu; ben büyük bir heyecanla kayıt olduğumda adı Gazi Eğitim Enstitüsü olan kurumdur sözünü ettiğim.  1926 yılında bizzat Atatürk’ün talebi ile kurulan, 1982’de YÖK yasası ile adı Gazi Üniversitesine dönüştürülen kuruluş tarihi olarak da 1982 gösterilen kurumdan bahsediyorum. Şimdilerde ise uygulanan devşirme müfredatlar ve mezunların yetiştirilme amaçlarının artık çok farklı olduğunu düşündüğüm baba ocağında, Gazi Üniversitesinde haftaya davetli olarak bir konuşma yapacağım! Mimar Kemalettin’in yaptığı, bizim sınıflarında yetiştiğimiz ve bugün Rektörlük olarak kullanılan binanın salonunda konuşacağım bir kez daha!

Mimar deyince:

Cuma günü (iki gün önce) KTMMOB Mimarlar Odası’nın düzenlediği “Mimarlık ve Eğitim Kurultayı IV, Mimarlık ve Eğitim Nereye?” kurultayına katıldım.

Sondan başlayayım; konuk konuşmacı Okan Üniversitesinden Prof.Dr. Nur Esin’in sunumu son beş yılda dinlediğim belki de en iyi sunumdu. Popüler bilimin yayınlanmış illüstrasyonlarını belgesel merakı ile birleştirmiş ve kendi düşünsel çözümleri ile harmanlayarak bize sunmasını çok etkileyici ve bir o kadar da başarılı buldum. Umarım o sunumu öğrencilerimiz için tekrarlatabiliriz!

Prof.Dr. Esin’in, özgeçmişini akademik indekslere göre puanlama sıralamasında değil de, yılları hayatının akışı içindeki renkler olarak ekrana getirmesi, samimiyetini ve hayatıyla barışıklığını yansıtan, deneyim ve ders dolu son bir nokta idi.

Kurultay için hazırlanmış her konuşma güzel ve etkileyici idi… TMMOB Mimarlar Odası Temsilcisi Ali Ekinci’nin konuşmasındaki; bugün yapılacak TBMM Milletvekili seçimleri ve sosyal duruma yönelik kısım, oldukça dikkat çekiciydi.

İlk konuşmacı KTMMOB Mimarlar Odası Eğitim Kurultayı Başkanı Fevzi Özersay’ın konuşmasının başlarında; bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üzerindeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kuran Michel Foucault’un "Delilik ve Medeniyet" (Folie et déraison, Histoire de la folie à l'âge classique) kitabındaki tezini, konuşmasına esas alması oldukça düşündürücüydü...

Özetlersek Fevzi Özersay, çok uygun bir tartışma üslubu kullanarak delilik ile mimarlık arasında bağlantı kurdu. Mimarlığın, sanatın çatısı altında tasnif edilmesi, gülüşmelere neden olan bu yaklaşımı pek de yadırgatmadı kimseye diyebiliriz!

Orada olduğum süre içinde dikkatimi çeken bir soruya cevap da buldum: Mimarlar odası KKTC’de Mimarlık fakülteleri veya bölümleri olan üniversiteleri kurultaya davet etmiş.  Onların belli konuları çalışma gruplarına ayrılarak birlikte tartışabilecekleri güzel bir ortam ve mekan hazırlamış. Bu anlamda oldukça önemli ve başarılı bir girişimin planlı olarak sonuca dönüşmesine olanak sağlamış... Elbette KTMMOB Mimarlar Odası Başkanı Azmi Öğe başta olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyorum.

Alandan olmayanlar için; şunu da açıklamakta yarar var: Lisansını tamamlayan her mimar, projeye imza atabilmek için Mimarlar odasına kayıtlı olmak zorunda!  Dolayısı ile, Mimarlar Odası da kayıt için kendisine başvuran her adayın yeterliliğini sorgulama hakkına sahip!

Yenileri beğenmeyen eskilere göre, mimarlık eğitiminde sürmekte olan kalite erozyonunu tartışmak için gerek duyulan bu kurultay, akademinin kendini sorguladığı, kendiyle yüzleştiği bir etkinlik olarak çok önemli bir misyonu yerine getirdi inancını taşımaktayım. Aynı denizin balıkları, kirlilik nedeniyle suçu diğerlerinin üzerine atma yarışında iken, başka bir deyişle; kalite erozyonu nedeniyle kurumlar birbirini suçlarken, temsilcilerinin aynı masada buluşmaları çok önemliydi.  KTMMOB Mimarlar Odası sadece bu nedenle bile teşekkürü hak etti.

Yakın Doğu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Fakülte Koordinatörü ve aynı zamanda Kurultay Yürütücüsü olarak görev alan Dr. Kozan Uzunoğlu başta olmak üzere; dekanından bölüm başkanlarına, hocalarından asistanlarına, öğrencilerine kadar kalabalık bir grupla Atatürk Kültür Merkezinde idik. Çabalayan, kurumsal olarak bize artı katan, temsiliyette başarı gösteren herkesle gurur duydum, orada olmaktan keyif aldım.

Bir de; Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinden Öğrt.Görv. Gökhan Okur’un Girne, Art Rooms’da “görsel notlar” adlı ilk kişisel sergisi açıldı. O sergiyi izlemekten de keyif aldım.  Sergiye ilişkin; yıllardan beri o galeriyi ayakta tutmaya çalışan Oya Silbery’nin yazısını kendi izni ve teşekkürlerimle paylaşıyorum:

“Baba Gökhan oğluna masal okur gecesi iyi, rüyası tatlı olsun diye. Masal doğası  gereği gerçek üstü bir boyuta taşır dinleyenin/okuyanın imgelemini. Bazı masallar vardır algıladığımızı düşündüklerimizden çok daha derin anlamlar barındırdıklarını sezdirir.

‘Görsel Notlar’ sergisi, Gökhan Okur’un Küçük Kara Balık masalından esinlenerek 2004-2015 yılları arasında hazırladığı çalışmalardan bir seçkiyi kapsıyor. Bireyler ve toplumlar olarak üzerimizde oluşturulan baskı, uygulanan şiddet ve yaratılan korkular aracılığıyla demokratik haklarımızın gasp edilmeye çalışıldığı bir dönemde Samed Behrengi’nin güncelliğini koruyan bu ünlü hikayesini, Okur çalışmalarında canlandırmıştır.

Okur’un yalın bir o kadar da güçlü çalışmaları, küçük bir balığın yosunların ardındaki ayı görebilme arzusuna ve bilinmeyene doğru çıktığı kendini keşfetme yolculuğundaki macera dolu deneyimlerin ardındakilere dikkat çekmektedir.”

TBMM Milletvekili seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti için ben oyumu kullandım!

Cumhuriyete ve sanata yakın kalın…

Sunday, October 25, 2015

İzdüşüm, başkent: Ankara

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:103



Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 2015-16 Akademik yılında açmayı planladığı BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamındaki sergilerinin ilki İZDÜŞÜM-A, Ankara, Galeri Çankaya’da açıldı!  Bu serginin düşünce aşamasından açılışına kadar geçen sürede bizzat “işin içinde” olduğumdan dolayı doğal olarak bugün sayfamı sadece ona ayırdım. Sorumluluğu paylaşan ve sergiyi var eden arkadaşlara elbette aşağıda teşekkür edeceğim ancak, sergi hakkında biligi vererek yazıya başlamanın daha gerekli olduğuna inanıyorum.

Öyleyse sergi katılımcılarını paylaşalım önce: Dicle ÖZLÜSES, Elif ATAMAZ DAUT, Erdal AYGENÇ, Erdoğan ERGÜN, Evrim ERGÜN, Gökhan OKUR, Gürkan GÖKAŞAN, Hakan DAĞ, Hasan ZEYBEK, Hemn Ahmed MAM, Hikmet ULUÇAM, İnci KANSU, Mine OKUR, Mustafa HASTÜRK, Osman KETEN, Rahme MANASTIRLI, Raif DİMİLİLER, Raif KIZIL, Tunay ÖZYAY, Uğurcan AKYÜZ, Vedia OKUTAN GAYDELER, Yücel YAZGIN ile beraber; StopMotion çalışan Hasan KOŞUCU, Erdoğan KAHRAMANOĞLU, Ahmet AKSAÇ, Fula TANIK, Neriman UYSAL, Koray ORBAY, Burak TOPRAK, Önder TÜRKKAL, Melek ŞANLI, Çağrı HAŞİMOĞLULARI, Ertu HACIMUSA, Ali Cüneyt GENÇ ve Fikri GÜRLÜ.

Sergi hakkında teknik bilgiyi sergi sorumlusu Öğrt.Gör. Raif Dimililer şöyle açıklamıştı onu paylaşayım:  “2015-16 Akademik yılında açacağımız, BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamındaki İZDÜŞÜM sergilerinin ilki 16 Ekim 2015 Cuma günü 18:00’de Galeri Çankaya’da açılacak!  30 Ekim 2015 tarihine kadar açık olacak sergide; resim, heykel, seramik, grafik (kısa film, fotografik, illüstrasyon, stencil grafitti, baskıresim) teknikleri ile yapılmış elliyedi adet çalışma yanı sıra stopmotion tekniği ile yapılmış onüç kısa film de yer alacak.  İZDÜŞÜM sergiler dizisi; gerek kapsamı, gerekse organizasyonu açısından benzeri olmayan ve gelecek kuşaklara örnek oluşturacak bir proje olarak tarihe geçecek.”

YDÜ, GSTF Dekan Vekili sıfatıyla sergi açılışı için hazırladığım konuşma metninde şunlar yazıyordu: “Sonuncusunu fakültemizin kuruluşunun onuncu yılında Lefkoşa’da gerçekleştireceğimiz BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ dizimizin ilkini Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’da açıyor olmaktan onur duyuyoruz. Böyle bir uluslararası projenin gerçekleşmesi ancak YDÜ gibi büyük bir üniversitede mümkün olabilirdi.  Şanslıyız ve mutluyuz, daha önce gerçekleştirdiğimiz projeler gibi bu projemiz de YDÜ’nün çatısı altında gerçekleşiyor.  

Fakültemiz hocaları, öğrencileri ve üniversitemizde çalışmaları olan profesyonellerin de katılımıyla; başkentler arasında bir sanatsal köprü, kültürel bir izdüşüm oluşturacak olmanın heyecanını yaşıyoruz. Kıbrıs’ta çözümün, bölgede barışın ve ada’da suyun gündemde olduğu bir ortamda; sanatla uğraşanların sorunlara duyarsız kalması mümkün değildir. Her katılımcının; kendi dünya görüşü veya kendinin  sanatsal  izdüşümünü farklı yöntemlerle biçimlendirdiğinden hareketle, bizim de burada sergilemekte olduğumuz çalışmalar, aslında bir bütün olarak değerlendirilir ümidini taşıyoruz. Böylece sergi bir kurum olarak sadece Yakın Doğu Üniversitesini değil, ada’da yaşayan bir grup insanın sanatla biçimlenmiş renklerini temsil ediyor diyebiliriz.  Kıbrıs’tan renklendirilmiş  bir “ses” getirdik Ankara’ya.  Önce burada duyurmak için!

İZDÜŞÜM-A Sergimizin gerçekleşme sürecinde başta Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’e, Sergi Koordinatoru Öğrt.Gör. Raif Dimililer’e, Galeri Çankaya Müdiresi Ferza Yiğit’e;  ve elbette Çankaya Belediyesi başta  olmak üzere bizleri destekleyen ve emeği geçen herkese teşekkür ederiz.” 

Konuşma metnimde olmamakla beraber; YDÜ Ankara temsilciliğine ve KKTC Ankara Büyükelçiliğine teşekkür ettim! Açılışa katılıp bizi onurlandıranlar arasında Hopa Lisesi’nden hocalarım Prof.Dr. Ali Demir ve Av. Yılmaz Karaman’a; Hacettepe, Gazi, Başkent ve Atılım Üniversitelerinden gelen öğretim elemanlarına, YDÜ mezunu öğrencilerimize; Mehmet Arslan Güven, Hasan Zeybek, Özgün Erdenizci, Halim Utlu, Umut Can İltaş, Armağan Öztürk, Fatih Erol Saçak, Mert Kılınç, Sinem Akın ve Ali Tezdiğ’e kişisel teşekkürlerimi buradan göndermek isterim.

Ev sahibi olarak; Çankaya Belediyesi Başkan Yardımcısı Gülsün Bor Güner; İZDÜŞÜM-A sergisinin açılışında yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“Ankara’mız Türkiye’nin başkenti, Çankaya da Ankara’nın kalbidir. Bu durum bize, her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da özel sorumluluklar ve görevler yüklemektedir.

Çankaya, Belediyesi olarak başlangıçtan beri bu bakış açısıyla sanatsal etkinliklere çok özel bir önem vermeye çalıştık ve çalışmaya devam ediyoruz.

Çankaya, Türkiye’nin sanat ve kültür alanında öncü ilçelerinden biridir. Önemli sanatsal etkinliklere ev sahipliği yapan Belediyemiz, yalnızca ulusal değil, uluslararası anlamda da kendi misyonuna yakışır sanatsal etkinlik ve organizasyonlara ev sahipliği yapmayı, bu tür etkinliklerin içinde bulunmayı önemsemektedir.  Amacımız Çankaya’mızı yalnızca ülke düzeyinde değil, uluslararası düzeyde de bir kültür ve sanat merkezi haline getirmektir. İnanmaktayız ki Başkentin kalbi olan Çankaya’ya yakışan da budur.

Bugün açılışını gerçekleştirmekte olduğumuz Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi tarafından organize edilen BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamındaki İZDÜŞÜM-A sergisi de böylesi bir etkinliktir.

İZDÜŞÜM-A sergisi kapsamında resim, heykel ve seramikler sergilenecek; çok sayıda kısa film gösterimleri yer alacaktır. İZDÜŞÜM-A sergisi, gerek kapsamı, gerekse organizasyonu açısından örnek oluşturacak bir projedir. Sanatın yerel ve evrensel yanını farklı sanat dallarının diliyle bir araya getiren çok önemli bir sanatsal etkinliktir.

Beş ayrı ülkede beş ayrı başkente gerçekleştirilecek olan bu önemli sergi, ne şanslıyız ki, ilk olarak başkent Ankara'da sanatseverlerle buluşuyor. Bu nedenle Belediye olarak büyük bir mutluluk duyuyoruz. 

Bu değerli etkinliğin organizasyonunda emeği geçen  değerli sanatçı ve sanatsever dostlara , Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yakın Doğu Üniversitesi Rektörlüğüne ve ayrıca Belediyemiz çalışanlarına teşekkür ediyor; yeni  sanatsal etkinliklerde buluşmak ümidi ile keyifli, huzurlu ve bol sanatlı günler diliyorum.” 

İZDÜŞÜM-B sergisinin 24 Kasım’da Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapılacak açılışında görüşmek ümidi ile…

TBMM Milletvekili seçimleri için ben oyumu kullandım!

İki haftada Nobel’i unuttuk, sanata yakın kalın…

Sunday, October 18, 2015

Bomba, Albayrak, izdüşüm

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:102



Son yedi gün içinde gündeme düşen, hatta bomba olup patlayan konular arasına dalmadan; yaşama nasıl güzellik katabilirim endişesi ile yazmak, çok da keyifli bir durum değil. Sosyal sorunlara dokunuşlarıma gelen yorumlar, beni daha çok o konuları yazmaya teşvik etse de dikkatle uzak durmaya çalışmaya devam edeceğim… Çünkü bu topraklardaki gündemin özeti; kin ve kan!

Toplum mühendislerinin yönlendirmesiyle, ulusal kanallara pompalanan ilk elektrikli araba spekülasyonlarında bile ne kadar ucuz çözümler üretildiğini sosyal medyadan duymak iç acıtıcı bir durum. Sosyal medyadan bihaberlerin izlediği TV’lerde hala arabalar tur atıyor…

Televizyonda izlediği; burnunun dibindeki bombalama olaylarını veya az ötedeki savaş görüntülerini, televizyonunu kapattığında bitti sanan bireylerden oluşmuş toplumun refleksleri, körelmiş demektir.  O nedenle daha dün olduğu gibi bugün, bugün olduğu gibi yarın “tepkisizlik” devam edecektir. Ta ki, bireyin kendisine değneğin ucu dokununcaya kadar devam edecektir… Ama bu “sıkıntıyla” sözünü ettiğim kişiler kim, kimdir bunlar, nerede yaşıyorlar, nasıl görünüyorlar, neye göre karar veriyorlar?

Herkes, kendine göre her şeyi biliyor aslında…

Yukarıda yazdıklarımla bağlantı oluşturur diye; sıkça karşılaştığım bir örneği, Martin Niemöller’in şu anekdotunu, bu köşeye de taşımak istedim: “Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı.”

Geçen pazartesi Lefkoşa Atatürk Kültür Merkezinde CTP Gazimağusa Milletvekili Dr. Arif Albayrak’ın 1. Kişisel Resim Sergisi “Sevdanın Renkleri” açıldı. Açılışa gelenler arasında eski ve yeni pek çok siyasetçi de vardı. Açılışta konuşanların hemen hepsi Ankara’daki bombalama olayına da değindiler. Barış için duyarlılıklarını ifade ettiler... Sergiye tekrar döneceğim ama araştırmalara göre toplumsal hafızamızın her geçen gün daha da kısaldığı söyleniyor. Ankara’da bomba patlatılmasından önceki hafta bir Türk bilim insanı Prof.Dr. Aziz Sancar Nobel ödülü almıştı... Görünen o ki; bu bir hafta içinde; çakma ve toplama arabaların magazinsel haberlerine, bilim yenildi maalesef!

O nedenle biz sanattan devam edelim:

“Sevdanın Renkleri” ve Arif Albayrak’ın sergi katalogunda yayınlanan dostum Mustafa Hastürk’ün yazısını, iznine teşekkürlerimle ve zorunlulukla biraz kısaltarak paylaşıyorum:

“İnsanoğlu var olduğu zamandan beridir yaşamsal nedenlerle bir şekilde sanatla ilgilenmiştir. Bu eylemi de gerçekleştirirken sanat eseri yaratma  gibi bir derdi olduğu pek de söylenemez. İlk çağlardaki mağara resimlerinden tutun da Rönesans döneminin başyapıtlarına kadar insanoğlunun ortaya koyduğu eserlerin sanat yapıtı olarak olağanüstü olduklarında bütün sanat tarihçiler hemfikirdirler.  Ancak aynı uzmanlar, bu başyapıtları üretenlerin sanat yapma ya da sanatçı olma gibi bir gailelerinin de olmadığını söylemekte bir sakınca görmüyorlar. Buna rağmen günümüzde sanat eseri üretme noktasında yanılgı içerisinde olduğu halde kendini katıksız bir sanatçı olarak görenler de olacaktır elbette. 

“Sanat yaşamdır” ilkesinden hareket ederek insanoğlunun yaşamı gereği sanat edimiyle kendi varlığının bir ifadesi olarak ilgilendiğini söyleyebiliriz. Yani sanatçıyım demek için değil  yaşamın gereği olarak ve varlıksal nedenlerle sanatla ilgilenenlerden birisidir yazı kahramanımız Arif Albayrak. O, salt bu amaçla sanatla ilgilenmiş, kendini ve bu evrendeki varlığını  sorgulamış veya ifade etmeye çalışmıştır.  “Sanat, ruhlarımızdan günlük hayatın tozunu alıp götürüverir” diyen Picasso da bu sözüyle adeta Albayrak’a destek çıkmaktadır.  

Albayrak tıp alanında kitap yazacak ve bazı ilkleri  icra edecek kadar doktorluk görevinde iddialı ve başarılı olsa da sanat eylemi varoluşsal bir nedenle hep onunla olacaktır. Ve böylece karikatür, müzik, resim yapmaktan ve bunları toplumuyla paylaşmaktan geri durmayacaktır. 

Albayrak ‘ın ilk dönem resimleri arasında gördüğümüz P.Cezanne ile Van Gogh’u anımsatan natürmortları izleyende o yaşlarda bunları yapan birisinin zaten sıra dışı bir  yetenek olduğu  izlenimi bırakırlar.  Tıpkı aynı dönemde yaptığı kübist çalışmalar gibi. Evet,  o lisans düzeyinde akademik sanat eğitimi almamıştır. Üstelik yaşam kavgasının arasında  kopuk, kopuk ve sanatın farklı dallarıyla birden meşgul olmuştur. Ancak bu onun sanat alanında söz söyleme hakkını elinden alamaz. Tıpkı hukuk profesörlüğünden sonra ünlü bir sanatçı olan W.Kandinsky gibi.

Albayrak’ın  son dönem yaptığı çalışmalarından oluşan bu katalogdaki resimler daha çok soyut dışavurumcu tarzda. Erken dönem çalışmalarındaki karikatürün etkisinden sıyrılmış ve yüzeyde uyguladığı jestüel  tavırla daha özgün bir üslup geliştirmiştir diyebiliriz. Onun bu çalışmaları şiirin sözsüz, müziğin sessiz ve sadece renklerle hayat bulması gibidir. Zaman zaman bu sessiz melodinin içine sakladığı karikatürden kalma figürleri gizemli bir görsellikle  bizi sarar ve şaşırtır. Ancak betimleme kaygısı taşıdıkları ölçüde de bizi rahatsız etme eğilimi taşırlar. 

Ruhsal bir boşalmayı mümkün kılan renklerin yüzey üzerine adeta savrulur gibi uygulanması ve bu aksiyon içerisinde boyanın dışında başka malzemelere de yer verilmesi oldukça deneysel bir çabanın ürünü olarak karşımızda durur. Bu deneysel çaba içerisinde uygulayıcı, kendi içsel sezgi ve belki de müzik ve şiirlerinin de renge dönüşmesi biçiminde bir sentezi de tıpkı bir doğum hali gibi yaşamaktadır.  Ancak soyut dışavurumculuğun genel karakteri olan bu durum Albayrak’ta zaman zaman geçmişten kalan figürlerin bu atmosfer içerisinde eritilerek kullanılmasıyla yarı soyut bir hal alır. Bu serüven nereye ve nasıl şekillenerek gider diye bir soruyu kendimize sormuş olursak şunu söyleyebiliriz; Renkler tıpkı öğrencilik yıllarında yaptığı monokrom kübist resimlerde olduğu gibi soyut ama giderek daha az rengin kullanılması ve bir denge hakimiyetiyle daha ağırbaşlı ve rafine olacaktır diye bir öngörüde bulunabiliriz belki de. Ancak bu sadece bizi bağlayan bir beklenti olur. Albayrak’ın resim serüveni hayattan süzülen güçlü pınarlarla beslenmeye ve coşkulu akmaya devam ederken zaman zaman müzik ve şiirle beslenecek zaman zaman da farklı teknik arayışlara fırsat verecektir. 

O, bunu yaparken sanatçı olmak derdiyle değil, yaşamın doğallığıyla birlikte sanatla hep iç içe olarak kendi varlığını anlamlandıracak şekilde sanat alanlarında yaşam yolculuğunu sürdürecektir. Yaşamın kendisiyle olan ilişkisinin sorgulanması eyleminde bu çoklu ifade biçimi her ne kadar parçalanmış bir çıktı veya yansıma olarak karşımıza çıksa da bir dilin diğer bir dili zenginleştirdiğini de göz ardı edemeyiz. “Tüm sanatlar kardeştir, hepsi de ötekilerin ışığı altında ilerler” diyerek F.Voltaire tam da bu noktada söze girer.

Deneyci anlayışı ve aşırı öğrenme tutkusu, onu her zaman sanatın macera dolu yolculuğunda  besleyecek en önemli kaynaklar olacaktır.”


Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 2015-16 Akademik yılında açacağı, BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamındaki sergilerinin ilki İZDÜŞÜM-A, Ankara, Galeri Çankaya’da açıldı!  Sergi, 30 Ekim’e kadar süreceği için; önümüzdeki hafta köşeme taşımayı daha uygun buldum!

Sanata yakın kalın…


Sunday, October 11, 2015

Nobel, köken, izdüşüm

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:101



Geçen hafta yüzüncü makalemi yayınlamanın heyecanını epey keyifle yaşadım.  Gelen mesajlar ve bana ulaşan eleştirilerden gerçekten güzel bir şey yapmış olduğumun gururunu, gözlerim sözcüklerin arasında dolanırken belleğimde defalarca yaşadım.  Teşekkür ederim!

Sanat ile uğraşanların toplumsal sorunlara duyarlılık göstermeleri doğaldır. Ben de ister istemez gördüğüm, duyduğum sosyal olayların etkisini makalelerime çok kısa dokunuşlarla da olsa yansıtmanın burukluğunu, hep kalbimde taşıdım. Ama kalem hep direndi; güzellikler için, sanat için, barış için, insan için direndi. Elbette kendim için de direndi.

Yüzüncü makalemin yayınlanmasıyla gidişatı, istikrarlı bir emeğin sonunda keyfe dönüştürmeyi başardım. Geçen haftaki makalemde bunu aleni bir şekilde de yazıp paylaştım. Özet olarak; çok hafifledim, o nedenle de yeni yazmalar için okumaya devam ettim, derken…

Bu hafta Nobel geldi çattı!

İyi bir haber ile, bir müjde ile değişti gündem: “Türk kökenli, Savur Mardin doğumlu Prof.Dr. Aziz Sancar Kimya dalında NOBEL ödülü aldı.” 

TV’lerin uyanıp özellikle sorguladığı ve servis yapmak için mücadele ettiği magazinel nitelikli ucuz ve hatta etnik köken kazımalı ayrıştırmacı beklentilerini açık edinceye kadar; Nobel başarısının haberi sosyal medyada çoktan paylaşılmıştı bile…

Köken kazıması pek yapamayanlar ise; başarının arkasındaki “öyküye” takıldılar, ağlamaklı ve güya utanarak kendilerince hazin bir haber yapmaya çalıştılar.

Ama izlediğim kadarı ile TV’ler; sosyal medyada paylaşılan onlarca fotoğraftan hiç birini yayınlamadılar. Neden biliyor musunuz; çünkü o fotoğrafları yayınlamış olsalardı tartışacakları bir konu kalmayacaktı Nobel ile ilgili…

Hedef kitlelerine: Nobel ödülü alan buluşun insan doğasının sırlarını çözmekte büyük ve çok önemli bir adım olduğunu; insan vücudunun, kendisini oluşturan yapı taşlarını, DNA’ları, hasar gördükleri zaman nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran ve açıklayan araştırmaları kime anlatacaklardı?  Bilim ne kadar reyting alırdı ki?. .

Öyle ya; bilime ne kadar değer verildiğine ilişkin birkaç soru soralım: Kaç bilim insanının adı meydanlarda, caddelere var? Ankara’da Belediye meclis üyesinin adı bir caddede var! Ankara’da çaydanlık, Rize’de bardak varken... Heykelini dikmeleri beklenmez zaten bilim insanlarının... Söze ve ezbere dayalı çalışmalar yapanlara verilen değerin ne kadarı Temel Bilimler olarak adlandırılan Fizik, Kimya, Biyoloji alanında çalışanlara veriliyor?  Hatta birkaç üniversite dışında Temel Bilimler bölümlerinin neden öğrenci almadığını kimse sorgulamıyor! Hangi TV sorgulayacak bunu?

Ama Nobel üzerinden herkes bir nemalanma yarışı içinde. Kiminin derdi de oy’a tahvil mi acaba?  Önümüzdeki ay “Rektörlük eğilim yoklaması” yapılacak olan güzide bir üniversitemizin Rektör Yardımcısı hemen yazdı “misafir profesörümüzdür!” Bugünden iki-üç ay önce elektrikle çalışan arabaları da trafikte olacaktı bunların...

Bilimin ve bilim insanlarının aşağılandığı, bilimsel çalışmaya doğru düzgün kaynak ayrılmayan, akademinin partizanlık üzerinden şekillendiği bir ortamdan kaç beyin göç etmiştir?
Bilim ve sanatın; bazı kesimlerce içine tükürülen, ucube “şeyler” olarak görülen nesneler olduğu talihsizliğini yaşamak pek de tercih edilecek bir durum değildir diye düşünüyorum en azından bu göçenler için.

Erkin kontrolündeki ve yönlendirmesindeki sanatın nereye varabileceği, “ölü yıkama” hedefli eğitim anlayışının ve bunlara karşı Mars’ta su bulunması bilgilerinin kuru, sıkıcı, kısır tartışmalarına; Suriye sınırındaki koskocaman angajmanlara karşı Rus uçaklarının bombardıman uçuşları sadece bu bölgede yaşayanları değil, dünyayı şoka sokmuştur.

Hava sahası tecavüzünün bu seferki tezahürü “Rusya’ya ne oluyor ki?” alt makamında kendini cılız bir ses ile “yandaşlarına” duyurabilmiştir ancak. Kimilerinin üçüncü dünya savaşı çığırtkanlığına bile soyunduğu bu dönemde, orta doğunun dengeleri darmadağın olmuş Batının emperyalist ortakları Rusya, İran ve Çin’e karşı gardlarını düşürmüşlerdir. Türkiye’nin durumu ise her zamankinden daha da vahim bir hal almıştır.

Özellikle son onüç yılda oluşturulan bu yedi kocalı Hürmüz çıkmazından kurtuluşun, iktidarda olan için tek yolu vardır: felaketin faturasını bir başkasına havale etmek.  Seçimler de bunun fırsatı aslında… Ortalık durulunca, tekrar sahneye çıkması çok daha kolay olacaktır. Üstelik bir daha gitmemek üzere…

“Bu hafta Nobel geldi çattı!” dedim yukarıda da, galiba ona gelemeden barut kokularının kesifliği arttı. Buna sebep olanlar da hesap vermeden gidecektir. Hafızası balıktan daha iyi olan toplum, her şeyi yutacak Nobel’i de unutacaktır.

Nobel geldi hoş geldi!  Nobel’le beraber daha neler neler geldi…

Mesela: “Biri çıkar ülkesini soykırımla suçlar, ona Nobel’i verirler, biri de çıkar ülkesini onurlandırır Nobel’i alır.” 

Mesela; kavgacı, ayrıştırmacı, düşmanlıktan beslenen zihniyetlere karşı söylemişçesine; o Nobel’i alan bilim insanı bakın ne diyor:  “En çok memleketim için sevindim. Çünkü Türkiye için bence bilim lazım, Türkiye’nin kalkınması için, bu güç durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için de çok sevinçliyim.” 

Karısını doğurtsun diye kadın doktor arayan ancak kızının eline baba beni okula gönderme pankartı tutuşturanlara şamar gibi bir tavsiye: “Kars’a, Edirne’ye kadar bütün çocuklarımıza bilim alanında eğitim öğretim vermemiz lazım. Özellikle kızlarımızı okutmak lazım. Kızlarımızı okutmazsak insan gücümüzün yarısını kaybetmiş oluyoruz. Özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki kardeşlerimizden kız çocuklarını okula göndermelerini tekrar tekrar rica ediyorum.”

Kim söylüyor bunları: "BBC’nin bana sorduğu ilk soru, ‘siz Arap mısınız?’ oldu. Ben Türküm, o kadar. Mardin’de doğmuşsam, Cizre’de de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türküm”  http://www. internethaber.com/ bbcden-nobelli- sancara-arap-misiniz-sorusu- 818245h.htm açıklamasını yapan Nobel ödüllü bilim insani Prof.Dr. Aziz Sancar söylüyor.

Prof.Dr. Aziz Sancar’ın önünde saygı ile eğiliyorum!


Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 2015-2016 Akademik yılında açacağı, BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamındaki sergilerinin ilki İZDÜŞÜM, 16 Ekim 2015 Cuma günü 18:00’de Galeri Çankaya’da açılacak!  İZDÜŞÜM sergisinde; resim, heykel, seramik, grafik (kısa filim, fotografik, illüstrasyon, stencil grafitti, baskıresim) teknikleri ile yapılmış çalışmalar yer alacak. Bekleriz!

“Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir” demiş Darwin!

Sanata yakın kalın…

Sunday, October 4, 2015

Yazmak, yüzüncüyü yazmak

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:100



Değerli okurlar epeydir hedeflediğim üzere, vardığım sonuç itibari ile bugün Kıbrıs Postası’nda yayınlanan yüzüncü makalemi okuyorsunuz.

“Bir hayali gerçekleştirmeyi engelleyecek tek şey vardır; başarısızlık korkusu!”

Kırkbirinci makalemde kontrol için bir durup baktım ki yoktu o korku… O makalemle kendi başarıma “aferin” demek istemiştim korkmadan. Geri kalan makalelerimin özel bir farklılığı yoktu diğerlerinden. Deneyimlerim olmakla beraber ve ancak çok da kolay değildi yazmak. Düşüncelerim gözlüğümün camı ile ekran arasında fütursuzca dans ederken, sözcüklerle ritmik müzik yapmaya çalışmak kolay değildi. Parmaklarımı kontrol etmek; klavyenin üstünde, düşüncelerimin önünde koşturmalarını görmek, ya da inatlaşmalarını ekrana karşı, yazmak kolay değildi.

Sanattan konular, insanlar, olaylar ve ölümler vardı yazdığım doksandokuz makalenin içinde… Hayattan ödünç aldığım.  Bir de başarılar, elimden hayata kattığım.  Elbette ki kimini daha keyifle yazmış, kiminde ise bir hesaplaşmayı paylaşmıştım derinden...

Gazeteye yazmaya başladığım günden beri; aralıksız ve kararlılıkla sürdürdüğüm bu “makale yazma” eylemini; her Cumartesi öğlen saat 12:00 ye kadar sancıyla, her Pazar sabah 09:00’dan sonra ise keyifle yaşadım, devam da ediyor. Hedefime varmak için sadece “güneşli günlerde” yürümeyi tercih etmedim.  Yaz, kış, yağmur, çamur yürüdüm.  Sorumluluklarım arasından nefes aldığım bir pencere oldu bu gazete sayfası, kendime hedefim. Penceremde mutlu oldum, güldüm!  Güneşin batışını da gördüm, vefasızlığı da… Tren de geçti önümden, tilki de. Penceremden yazdıklarımla ölümsüzlüğü buldum!

Geriye doğru bakıp analiz yapmak istediğimde karşılaşacağım rakamsal değerlerin pek de gerekli olmadığını düşündüm ve vazgeçtim. Ama neden yazıyordum sorusuna değinmek daha çok işime gelebilir gibi duruyordu gözümün önünde… Hemen, kestirmeden yazayım ilk akla gelen cevabı soru formatında; bir kaçış mıydı acaba kendimden bu yazma tercihi?

Yoksa, benim için bir ihtiyaç mıydı yazmak? Mesela, sözümü söyleyip mesajımı vermek için miydi! Yazmak, tanımsız bir şeylere karşı içten gelen bir tepki, karşı duruş ve belki de isyan mıydı?

Bilmek gerek; denizde olunca suyla, karada olunca toprakla barışık yaşamasını bilmek gerek. Yazmaya çalışınca da, sözcüklerle barışık olmalı insan. Düzenli ve disiplinli bir yaşamın içinde keşfe çıkmak, çıkılan için değil ama çıkanlar için o yolculuğu keyifli yapabilir. Ancak, bu yolculuk sırasında, bedenin eyleminden akıl sıkıldığında ortaya çıkan sorunlarla baş etmenin yollarını da bilmek gerek. Yoksa kelimeler yüklü tekne, havuzunda sallanır durur.

Bedenin yorgunluğu; aklın bildiği güzellikleri ve arzuladığı huzuru örtebilir.. Akıl; huzur için, kendi varlığına bir boşluk yaratmak için, değişik enstrümanlar kullanarak mücadeleye başlar yaşamla.  Kendini yorulmuş hisseden bedeni ile değil, yaşamla mücadele eder akıl. İşte o mücadele enstrümanları içinde “yazmak” resim ya da müzik yapmak gibi önemli bir yer tutar...  (İtiraf edeyim ki uğraşı alanım gereği oldukça şanslıyım!)  Sanırım insanoğlu, pek çok “güzelliği” bu mücadeleden çıkardı, çıkarıyor! Bakınız, tarih öyle gösteriyor!

Makalelerim kapsamında baktığımda; yazmak benim için belki de, düşündüklerimin kalıcı hale gelmesine yardımcı olan bir araçtır dersem, o soruya cevap olarak bunu söylersem, yeterli olur mu bilemiyorum. Yazarken düşünerek, düşünerek yazarken ölümsüzlüğü buldum. Yukarıda buna dokundum!

O nedenle, penceremden çekilip yazmaya nokta koymayı düşünmüyorum. Henüz yüzüncü makaledeyim.  Ancak, bugüne epeyce uzun bir yoldan geldim…

Özetleyeyim; “bir sabah kalktığımda o hep hayal ettiğim şeyleri yapmaya zamanım olmayacak, şimdi tam sırası” deyip, Hacettepe Üniversitesinden ayrıldım.  Kalanlara selam olsun!

Buraya; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine gelirken, kendim için belirlediğim kısa ve uzun vadeli planlarım arasında yer alan, “2015 yılı sonuna kadar bir kitap yayınlamış olmak” hedefime ulaşabilecek birikimi, bu makalelerle “sağladığım” düşüncemi Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’e açtığımda, “elbette hocam” diye aldığım cevap; “doğru bir yerde” olduğumu bir kere daha bana kanıtladı.

Şimdi kitabıma yürüyorum!

Benzetme yapmakta bir sakınca yoktur diye düşünüyorum: Fotoğraf çekerken hep öne doğru bakmak, bazen arkada kalan çok daha güzel tespitlenecek bir anın fark edilememesine neden olabilir.  O nedenle, ben zaman zaman geri dönüp bakarım var mı çekilecek bir kare, kaçırdığım bir farklılık diye. Kuşun taşa denk geldiği de olur zaman zaman!

Toplum mühendislerinin ya da psikologların mutlaka üzerinde çalışmışlıkları vardır, şu “başkaları ne der” kavramının.  Elbette tartışılabilir, “başkaları ne der” bence geniş anlamıyla bakıldığında bir kavram, o inançla söz demedim...  İşte o  kavramın karmaşası arasında boğulmadan; “başkalarının ne düşündüğü önemli değil, çünkü her durumda yine aynısını düşünecekler” demedim, belleğimden süzdüm, severek yazdım! Bugüne geldim.

Yazmayı sevdim…

Yazdıkça, konuşmalarla harcanmış zamanı geri getiremeyeceğimi bir kere daha gördüm. Sorunlar, öneriler, çözümler ve sonuç… Boşa giden onca birikim, her şeye bir kulp, bir kısır döngü, suya yazılan mektup…

Yüzüncü makaleme planladığım coşkuma pek uygun bir konu değil bu kısım ama yine de gerekçeleri kendimde kalarak “söz” ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. “Söz uçar, yazı kalır.” Özdeyişi; giriş, gelişme ve sonuç açısından aslında çok şey özetliyor da yine de yazmak lazım. Yaptıklarınızla tartılırsınız!

Özel çevre, orta çevre, geniş çevre ve toplumdan oluşan sınıflama ile baktığımızda, belki eleştirel bakış denilerek kamufle edilen dejenerasyon açılımlı değer erozyonu daha net görülecektir. Ancak burada erozyona uğrayan tarafın pozisyonuna dikkat etmek gerek; çünkü pozisyon durumun değerlendirilmesinde oldukça belirleyici bir rol oynar. “Sen yine aynı sensin de, ben daha yakından bakıyorum” dediğinizde görme konusunda epey mesafe almışsınız demektir. Çünkü, ne gördüğünüz; ne bildiğinize ve neye inandığınıza bağlıdır!

Elbette onu biliyoruz ki; “tekne limanda güvendedir ama, teknenin varoluş amacı bu değildir”. Çok güzel, süslü, fiyakalı tekneler demirli dururken kendi havuzlarında ben, yelken aldım limandan, kalem oynar yamandan…

Kimi notalarla, kimi formüllerle, kimi rakamlarla, kimi kalemiyle, kimi fırçasıyla, kimi yazdıklarıyla meydan okurlar… Kimi yel değirmenleriyle bile savaşır!

Hiç limandan çıkmamış tekneler dalgayı, masa başında oturanlar sokağı bilmezler diye bir beylik laf daha ederek; “hiç yenilmemiş insanlar, hiç savaşmamış olanlardır” ile güçlendirerek yazıyı meydan okuyanlara selam gönderelim. İşte tam da burada, yüzüncü makalemden kağıttan kahramanlara da selam gönderelim!

Söz uçar; biz yazalım, çizelim!

Sanata yakın kalın…

Sunday, September 27, 2015

Ritüeller, bayram, zil

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:99



Bugün; yazılarımdaki genel çizginin biraz dışına çıkıp, uzun zamandır belleğimde beni rahatsız eden insan “boğazlama” görüntülerine, müslümanın müslümana layik gördüğü bu vahşete, şöyle uzaktan ve yüzeysel dokunmak istedim! Neredeyse tümüyle sıkıntılı bir duruma, insan odaklı yaklaşım, hafif bir dokunuş!

“Işığı önüme alıp yürüyeceğim, gölgem beni takip etmese de olur!”   

Bilimsel kaynaklar; tanrılar ya da “bir inanç” uğruna canlıların kurban edilmesi geleneğinin kökeninin binlerce yıl öncesine, dört semavi din öncesine dayandığını söylüyor.  Öbür yandan; ilk aşk cinayetinin tarafları olan Habil ve Kabil’in tanrıya kurban sunduğundan da dini kitaplar bahsediyor...

Yazının bulunuşundan önce kurban ritüellerinin nasıl uygulandığına ilişkin kesin bilgiler olmamakla beraber; araştırmaların dayandığı değişik “verilere” göre açıklanan kurban ritüellerinin, MÖ.4000 yıllarına kadar indiği düşünülmektedir...  Yazının bulunuşu ve bugüne kadar gelen o bilgi aktarımı ile günümüzden çok önce yaşamış uygarlıkların kurban ritüelleri hakkında bir şeyler söylemek mümkündür.  Şöyle ki:

“MÖ.4000-MÖ.2000 yılları arasında bugünkü Güney Irak’ta, bilinen ilk sistemli yönetimi kuran ve kendinden sonraki birçok medeniyete etki eden Sümerlerde kurban ritüelleri, Ziggurat adı verilen tapınaklarda gerçekleşirdi. Kişisel kurban ritüellerinde genellikle, ekmek, şarap, tereyağı, bal, tuz gibi yiyecekler kutsal mekandaki Tanrı heykelinin önüne konuluyor, sağ ayağı ve böbrekleri kızartılarak Tanrıya ikram edilecek olan bir sığır öldürülüyor, törene katılanlar arasında paylaşılıyordu. Toplu törenlerde ise, hayvanların insanlar için yaratıldığı vurgulanırken, bu durum şu sözlerle orada bulunanlara özenle anlatılıyordu:

Koyun insanlığın vekilidir; insan yaşamı için bir koyun vermelidir, insan başı yerine bir koyun başı vermelidir (http://arkeofili.com/?p=7097).”

Semavi dinlerden önce başlayan bu “anlatımın” günümüzde (nerede ise 6.000 yıl sonra) ve hala geçerli olduğu sosyolojik bir realitedir!

Başka bir realite olarak; yalan, dolan, talan ile büyük bir sosyal çöküntünün yaşandığı ve müslümanın müslümanı boğazladığı günümüz var!  Pek çok insanın; yalnızlığa terk edilmiş güzel ülkede; acılar ve gözyaşlarını dikkate alıp “kurban” bayramını kutlamadığını görmek şaşırtıcı olmamalıdır diye düşünüyorum..  Ben de üzüntülerimi “insanlar ölmesin” önceliği ile  paylaşıyorum, bağışlayınız!

Üç gündür sosyal medyada ve yayın organlarında tanık olduğum burukluğu, benim gibi binlerce insanın yaşadığını tahmin ediyorum. En az kutlama mesajı aldığım ve gönderdiğim bayram oldu bu bayram. Bir tarafta refleks kırılması; öbür tarafta inadına kanayan parklar, bahçeler, caddeler, sokaklar ve nihayet deniz… Bulunduğumuz coğrafyada akan kanın sorumluları aleni olarak ortalıkta gezerken, “yaşadığımız acılar nedeniyle bayram kutlamak içimden gelmiyor” diyorsa insanlar, siz ne dersiniz?..  Bu nedenle; Can Yücel’in “Bayram” adlı şiirini acılara ve gözyaşlarına inat ve biraz da insanı merkeze alarak paylaşmayı tercih ediyorum:

Bayram

Nefes almak bayramdır mesela; 
günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, 
elden ayaktan düşmemek, 
zihinden önce bedeni kaybetmemek, 
kurda kuşa yem olmayıp 
"çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi 
ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...
En acıktığın anda 
dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, 
korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, 
dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek 
bayramdır.

Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, 
tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, 
saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.
"Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır.
Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
Yeni eve asılan basma perdeler, 
alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, 
yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, 
akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, 
sevdalı bir elin tende gezmesi,
nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi 
bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; 
ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram..
Bunların kadrini bilirseniz, 
kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, 
bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.
Her gününüz bayram olsun..!


Her yıl değişkenlik gösteren tatiller nedeniyle; bu yıl da üniversitelerin akademik takvimlerinin uygulanmasında sıkıntılar yaşanıyor. Ailesinden uzak ya da, yurtdışında okuyan öğrenciler için bu durum pek de hoş olmadı denilebilir. Çünkü kısa bir yarıyıl tatili, yaz okulu derken önümüzdeki akademik yıl oldukça sıkışık geçecek gibi görünüyor.

Umberto Eco; özet olarak “öğrencilerle gençleşiyorum” demişti.  Kişisel tarihim, her geçen yıl bu sözü bana yeniden hatırlatıyor!  Lefkoşa’ya doğru baktığımda Yakın Doğu Üniversitesinin öğrenci yurtlarını görüyorum… Tatil bitti artık, zil çaldı, odalarda ışıklar yanıyor!

Mezun olup gidenlerin yolu açık olsun, başlayanlara ise başarılar diliyorum!

İnsanların öldürülmediği, doğanın katledilmediği; güzel bir dünya için sanata yakın kalın...

Sunday, September 20, 2015

Kıssalar, NEU Cup

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:98



Fıkralar veya kıssadan hisseler anlatılırken her ülkede, her bölgede gelenekselleşmiş olarak anti-kahramanlar için birkaç isim kullanılır.  Bizde de bunların başını Temel çeker, Dursun, İdris, Maho da onu takip ederler.  Fıkra dinlemesini olduğu kadar, anlatmasını da seven biri olarak bugünkü yazımda, nedeni bende saklı kalarak Temel’e kıyak çekmek istedim:

Bir gün, yaralı bir kuş kadılık yapmakta olan Temel'e gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Temel, dervişi hemen huzuruna çağırtır ve ona sorar; “bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”

Derviş kendini şöyle savunur: “Kadı efendi, ben bu kuşu avlamak istedim. Benden kaçmadı, yanına kadar gittim, kaçmadı. Ben de, bana teslim olduğunu düşünerek onu yakalamak istedim. Yanılmışım; tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı.  Maalesef benim onu yakalamaya çalıştığım, onun da benden kaçmaya çabaladığı sırada kanadı kırıldı.”

Bunun üzerine Temel kuşa döner ve şöyle der: “Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın. O sana alenen yaklaşmış. Sen de rahatlıkla uçarak ondan kaçabilirdin. Şimdi ise kalkmış kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun!”

Kuşun yaptığı savunma Temel'i bile şaşırtır: “Kadı efendi, ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar yaratandan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.” 

Temel bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın!” diye emreder.

Ancak kadının bu emrine kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın!” diyerek kendinden beklenmedik bir şekilde öne atılır.

“Neden?” diye sorar Temel.

Kuş nedenini şöyle açıklar: “Kadı efendi, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şekilde gidip avlanabilir. Siz, en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”

Klasik sonuç için; her kıssadan çıkarılacak bir hisse, değerlendirebilecek için de bir mesaj vardır! Diyerek bu ilk kıssaya bir nokta koyalım.

Ancak; haritalarına nokta konulmayan, gözyaşlarının dinmediği bu coğrafyada ise; her geçen gün acıların çoğaldığını izlemek, ölümlerin, sürgünlerin, göçlerin nedenleri açık iken, insanların hala bunların ayırtına varamamış olmalarını anlamak, mümkün değil.  Bir hırs yüzünden sürüklenilen bataklıkta; postal, mekap ve takunyalı ölüler birbirine karışmış durumda.. Üçününki de “politikacısı” için şehit ancak, olan ölene oluyor.

Sosyal medyada dolaşıyor ya; “madem şehitlik o kadar yüce bir makamdır, neden senin oğlun evinde oturuyor?  

Durum onu gösteriyor ki; büyük çoğunluğun kaos ortamının nasıl ve kimler  tarafından  oluşturulduğu hakkında hiç bir fikri yok.

Belki bu fikir karanlığında biraz ışık olur diye, birkaç kere bana da gönderilen ikinci bir kıssayı paylaşmak istedim:  Bir askeri okulda ders olarak anlatılan Horoz ile Tilki Hikayesi bu kıssa!

Ders için öğrenciler sınıfta beklerken ışıklar kapanmış ve Profesör, “Küçük Horoz” adlı bir çizgi filmi göstermeye başlamış.

Filmde bir kümes gösteriliyor. Kümeste tavuklar, birkaç genç ve küçük horoz, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, kimseyi dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst beslenemeyen tavuklar da zayıf ve cılız. Yaşlı ve büyük horoz, dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecekleri kadar yem dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.

Kümese giremeyen tilki, kümesin tellerinde küçük bir delik açıyor.  Küçük ve genç bir horozu kandırarak ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen genç horoz, her gün gelip tilkiden mısır almaya alışıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır veriyor. Genç horoz da hem kendisi yiyor hem de tavuklara dağıtmaya başlıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyor.

Artık popüler olan; genç ve irileşen horozun etrafında toplanıyor tavuklar.  Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiliyorlar. Bir süre böyle devam ediyor bu. Hiçbir şey de olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor.

Nihayet tilki, kümesin önündeki avluya mısır dökmeye başlıyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor.

Tilki bir süre sonra gecenin karanlığında kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar, ta mağaraya kadar gidiyorlar, hatta içeri giriyorlar.

Onları içeride bekleyen tilki, bütün kümes içeri girince mağaranın kapısını kapatıyor.”

Tam bu sırada sınıfın ışıkları yanıyor ve Profesör kürsüye çıkıyor: “işte, üçüncü dünya ülkeleri böyle yönetilir!”

Yukarıdaki iki kıssaya bir de hisse ekleyelim:

Değişik yazılarımda Üniversitelerin sadece bilim ve teknoloji de değil; aynı zamanda sanat, spor ve diğer kültür alanlarında da yatırım yapmalarının önemine değinmiştim.  Elbette ki önceliği sanata vererek yazmıştım düşüncelerimi. Bunun güzel bir örneğine daha tanıklık etmekten mutlu oldum. Paylaşayım:

Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) Kadın Basketbol Takımı tarafından düzenlenen NEU Cup 2015 Cuma günü başladı. Turnuvaya; ev sahibi YDÜ, Fenerbahçe, AGÜ ve Mersin Büyükşehir Belediyesi takımları katılıyor. YDÜ ile Mersin BB. Kadın Basketbol takımlarının maçını muhteşem RA-25 Spor Salonu’nda izlemekten keyif aldım.

Daha önceki bir demecinde “…bu başarı Kıbrıs Türkü’nün neler başarabileceğinin bir göstergesidir. Küçük bir toplum olabiliriz, ama çok farklı ve özel insanlarız. Büyük yürekleri ve yetenekleri olan kişileriz. Aldığımız bu netice de bu toplumun istediğinde neler başarabileceğini göstermiştir” diyen  YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan Günsel, “bilimde, teknolojide, sanatta ve sporda her geçen gün başarılara imza attığımız üniversitemizde; güzel bir organizasyona daha ev sahipliği yapmaktan gurur duyuyoruz. Türkiye Basketbol Federasyonu, Kadınlar Basketbol Süper Liginde mücadele eden üç güçlü takımı ağırlıyoruz. Sporun her alanında olduğu gibi, her takımın kendi evinde oynaması önemli bir avantaj sağladığı ve aynı zamanda bir hak olduğu için; biz de diğer takımlar gibi bu hakkımızı, karşı gerekçeler ne olursa olsun, kendi evimizde oynayarak kullanmak istiyoruz. Maçlarımızı kendi evimizde oynamak istiyoruz” dedi.

İki kıssa ve bir hisse; spor da yapın, sanata yakın kalın…

Sunday, September 13, 2015

Flux, sergi, olmak

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:97



Epey zamandır KKTC’deki galerilerde genç kuşaktan birilerinin “nitelikli” bir sergisi üzerine yazmak ümidimi yitirmeden, o zamanın gelmesini bekliyordum.

Bu yıl Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin Mezuniyet Sergisini gezerken bu ümidimin yerinde ve toplumsal beklentimin ne kadar gerekli olduğunu fark ettim.

Kurum olarak bu Fakültenin önümüzdeki yıllarda KKTC sanat ve kültür hayatına önemli katkılar yapacak veya bayrağı taşıyacak genç sanatçı adaylarını yetiştiriyor olmasını görmekten, o sergide büyük keyif almıştım. YDÜ GSTF kurulmadan önce sanata veya tasarıma merak duyanların kendilerini İngiltere veya Türkiye’ye deki sanat eğitimi veren okullara atmaları normaldi. Bunun hala daha devam ettiğini görmekten çok da mutlu olduğumu söyleyemem.  Çünkü her nereden diplomasını alırsa alsın KKTC’ye döndüğünde akademisyen olmak isteyenler, nedense gelip YDÜ GSTF’nin kapısını çalıyorlar. Kapının dışında kalanların dışarıdaki çabalamalarını da takdirle karşıladığımı hemen belirteyim. Onlara destek olmak, sorduklarında yol göstermek, YÖK ve YÖDAK onaylı yüksek lisans ve Doktora çalışmaları için yardımcı olmak, elbette bu fakültenin kuruluş amaçlarından olduğu için, elimizden geleni yaptığımızı söylememe gerek yok sanırım.

Bu kısım birinci gözlemim ya da durum tespitim idi. İkinci tespit ise daha “dokunaklı” bir tespit. Dört yıllık sanat öğrenimi sürecini tamamlayıp mezun olan “sanatçı adayları” hemen kendilerine bir alan açabilmek için öğrencilik dönemlerinden kalan işlere birkaç tane daha ekleyip, arka fonda “insan hakları, ezilenler, özgürlük”, gibi klişe sözlerin gürültüsü eşliğinde bir etkinlik gerçekleştirdiklerinde, işleriyle beraber tavır olarak “hamdım, piştim, sanatçı oldum” eğilimi sergiliyorlar!  Estetize edemedikleri siyasi konular veya sloganların arasına, kan grubunu dahi artı bir değer olarak katanların “plastik” sorunları çözümleyemeden, sosyal sıkıntılarla ilgileniyor gibi yapıp “sanatçı” yaftası takınmak gayretlerini anlamak okuyabilen için çok kolay. Aynı oyun havası ile ritim ve yer tutmaya çalışan birkaç kişi daha olunca etrafta, bunların birbirlerini “sanatçı” olarak çağırmalarını duymak “doğal” bir sonuç olacaktır.

Hoca olarak katıldığım 1987’deki ilk mezuniyet töreninden sonra izlediğim onlarca genç yeteneğin “mezun oldum ben oldum” ters yön rüzgarı ile yok olup gittiğinin tanığı olmaktan pek keyif aldığım söylenemez.  Ancak; coğrafi konum veya mezun olunan kurum ayrımı yapmadan, her yıl bu tür girişimlerde bulunmak isteyenlerin tavır ve davranışlarına katılmasam da kendilerinin heyecan ve motivasyon nedenlerini daha anlar olduğumu buradan paylaşayım!

“Batu Gündal 1983 İngiltere doğumlu, on yaşında ailesi İle Kıbrıs’a yerleşmiş ve orada ortaokul ve lisenin yanında altı sene boyunca Kıbrıslı sanatçı Salih Oral’ın yanında özel resim kurslarıyla çocukluğundan gelen resme olan ilgisini geliştirmiş. Daha sonra Hacettepe Üniversitesinde resim bölümünü kazanıp eğitimine orda Prof. Hasan Pekmezci’nin atölyesinde devam etmiş. Mezun olduktan sonra İngiltere ve Kıbrıs'ta kendini geliştirme maksadıyla farklı projeler ve etkinliklere yer verdi. Bunlar arasında restorasyon, resim performansı, workshoplar, duvar resmi (mural) çalışmaları ve sergiler yer alıyor. 2010-2013 yıları arasında kendi oluşturduğu “Express yourself” atölyesini çalıştırmış özel resim dersleri verip workshoplar yapmıştır. Şu anda özel bir şirketin grafik tasarım işlerinden sorumlu. Batu Expressif bir ressam, insan psikolojisi, kişinin ruh hali ve yaşanmışlıklar üzerinden yola çıkarak genellikle nü ve figüratif  çalışmalarla karşımıza çıkıyor.” 

Yılarca ve ısrarla tartışıldığı üzere; akademik eğitim almak için üniversitelere giden gençlerin çoğu geleceklerine ilişkin sorularını dördüncü sınıfın başlarında kendilerine sorarlar “ben ne yapacağım” diye… Sorunun cümle dizilimi ve kelimeleri değişse de içeriği aynıdır. “Üniversite kazanmak, istatistikler” başlıklı yazımda şöyle demişim: Tam da her şey yoluna girdi derken, dördüncü yılın yağmurlu bir Eylül akşamında akla gelir o tabu soru; “ben, mezun olunca ne yapacağım”.  İşte dört yıl öncesinden belki de daha öncesinden  sorulması gereken soru budur!  Özellikle sanat eğitimi alanların “o fakülteye” bir şekilde girebilmek için herhangi bölümünü kazanmayı kabul etmeleri, aslında sonradan ortaya çıkacak sorunların ayak seslerini duymamazlıktan gelmeleri ile eşdeğerdir.

En çok da Grafik veya Grafik Tasarım bölümlerine yönelik bir alan kayması kendini belli eder mezuniyet sonrası. (Bu konuda epey kalıcı fikir yürüttüğüm önceki yazılarımda görülecektir!)  Alan kayması bağlamında; akademik, sosyal ve ekonomik koşullar göz önüne alındığında, özellikle resim bölümü mezunlarının aldıkları derslerin içerikleri (renk, oran-orantı, kompozisyon vb. gibi) açısından diğer bölümlere (heykel, seramik) göre daha şanslı oldukları açıktır.  Hele de güncel teknolojinin kullanımı konusunda becerileri iyi ise, başarılı olma şansları daha yükselir diye düşünüyorum.

Geçtiğimiz hafta Batu Gündal’ın Lefkoşa Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonunda açtığı Flux (devam eden değişim durumu) isimli sergisi vardı. Yukarıda yazdıklarımın çok güzel bir örneğiydi tüm sergi. Sergi katalogunda yazılanları doğrudan aktarmanın daha yararlı olacağı ümidi ile, değiştirmeden:

“Figürlerin (insanların) çevreleriyle ve kendileriyle çatıştığı, dönüştüğü, dönüşemediği, asılı kaldığı zamanları sorgulayarak başladı herşey.
Kendimle ilgili farkındalık yaratma çabam, kısa süre içinde kişisel olmaktan çıktı. Ben, sen, hepimiz değişim çarkının içindeyiz. Aidiyet, önyargılarımız, toplumun boşvermiş halleri, korkuyla yaşamamızı sağlayan çarpık sistemler, empoze edilen estetik kaygılar, psikolojik  gel-gitler, zaman ve hareket gibi kavramlar her gün bizleri hem form, hem de duygusal anlamda değiştiriyor.
Bu sergi;
İyi yada kötü yönde yepyeni bir çehreye, yepyeni bir ruha büründüğümüz bu sürecte farkında olmadan, karşı koyamadan, belki gönüllü, belki de istemeden parçası olduğumuz DEĞİŞİM’in sergisi...
Farkındalık kavramının yok edildiği bu dünyada, hepimizin deneyimlediği bu kaçınılmaz süreci sorgulamanız dileğiyle…”

Sergiyi YDÜ Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Şenol Bektaş ile gezmeye gittiğimizde, Meclis Başkanı Dr. Sibel Siber de oradaydı! Mustafa Hastürk, Hasan Zeybek, Ceyhan Özyıldız, Nuri Ünüçok…

Prof.Dr. Bektaş; KKTC’deki önemli sanat koleksiyonerlerinden biri. Şenol hocanın yorumu ile sergiyi noktalayalım:  “Yeni ve genç bir yetenek. İllüstrasyon ve resim asarında teknik ve estetik kaygılar açısından iyi bir denge yakalamış. Kendisi ile iftihar ettim, önünde daha uzun yıllar var. Bu ilk sergisi ile bence iyi bir başlangıç yaptı. Bizim mezunlarımıza da haklarını teslim ederek; bu tür sergi ve çalışmalar, KKTC’de resim sanatının geleceğine ilişkin ümit vaat ediyor.” 

Sanat, savaş çıkarmaz! Sanata yakın kalın…

Sunday, September 6, 2015

Balkanlar, Saraybosna, çalıştay

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:96



Sarajevo 2015 Uluslararası Sanat Kolonisi için bulunduğum Saraybosna’dan iki gün önce geri döndüm.. Onlarca güzellik, yüzlerce soru, binlerce anı ile… Bu sayfada, iki hafta üst üste konu olarak seçtiğim çalıştayın başarı ile tamamlanmasının ardından bir de sonuç yazısı yazmak zorunluluğu oluştu diye düşünüyorum.

Ancak, hemen yazının daha ilk satırlarında Türkiye Cumhuriyeti Saraybosna Büyükelçisi Cihad Erginay ve Kültür Ataşesi Soner Şahin’e çalıştayın başlangıcından serginin açılışına kadar gösterdikleri ilgi ve destek için ve ayrıca 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonunda bizleri de ağırladıkları için kendilerine saygı ve teşekkürlerimi buradan göndermek isterim!

Yugoslavya paylaşım savaşı sırasında; medyanın aleni olarak dinler arası çatışmayı körüklediği dönemde yıkılması birilerine zafer çığlıkları attırırken, diğerlerinin gözlerinden yaş düşen sahnelerin servis edildiği, Balkanlardaki sembolik yapılardan biri olan Mostar köprüsü; tüm hikayesi ile oradaydı, bizi karşıladı! Batılının kendisinden olmayan değer olarak görüp yok etme, Avrupa’nın içinde boğma çabasını gösterdiği o çatışma sahneleri hala kimilerinin belleğinde canlıdır diye düşünüyorum.  Savaşta yıkılan köprü, ayağındaki tabelada yazıldığı üzere: İtalya 3.089.200-$, Hollanda 2.000.000-$, Türkiye 1.000.000-$, AB Bankası 980.000-$, Hırvatistan 490.000-$, Dünya Bankası Kredisi 4.000.000-$, destekleri ile yeniden ve aslına uygun olarak yapılmış.  Oysa Türkiye ulusal basınında servis edilen bilgi çok farklıydı! Rakamlar orada! Hatta Mostar’ı Arapların yeniden yaptırdığı bile maniple edilmişti.

Doğruyu bulmak, araştırmak keyifli bir iş!

Sanat çalıştayları hakkında araştırma yapınca sınırlı bilgiye ulaşabiliniyor… Oysa domatesin faydaları denince durum başka… Bir de işin tarihsel boyutuna bakınca neden ve niçin sorularının yanıtı kendiliğinden ortaya çıkıyor.  Çünkü, her kapsamlı konuşma ya da yazılarında; ege uygarlığından referans alan, daha başarılı örnekleri yerli kaynaklarda olduğu halde gidip mutlaka batıdan birilerinin, görüş ya da çalışmalarının alışkanlık değil, artık algı yorulmasına dönüşmüş görsellerini kullanmaları gelenekselleşmiş aydınların veya akademisyenlerin, neden bu çalıştay konusunda kafa yormadıklarını anlamak mümkün!

Sanat tarihini Yunana kadar getirip öncesini veya diğerlerini es geçenlerin, Yugoslavya’daki bir sanat etkinliğini yazmalarını beklememek gerekir belki de!

Örneğin; Çek asıllı Amerikalı bir sanatçının “fabrikası” hakkında uzun uzun yazanların; sanat çalıştaylarının fikir babası Nobel ödüllü Yugoslav edebiyatçı Ivo Andric’den kelime etmemeleri, bu yaklaşım ile; cevabı kendinde açık bir soru olarak düşündürücü olmamalıdır.

Sanat çalıştayları ile uğraşmaktansa elbette, Alman sanayi devlerini arkasına almış “Dökümenta” hakkında yazmak daha cazip gelecektir, kapitalist ideolojinin kimliksiz silahşorlarına. Basın sponsorlarının; bilinçaltında inanç sistemlerinde ayrışma ve ötekileştirme amaçlı oluşturduğu bilgi manipülasyonlarının sözcüsü olmak ve paralı rüzgarlarda kelimelerle dans etmek, belki de daha kolaydır!

Biz bu gerçeklikten, Balkanlarda doğmuş ancak, pek bahsedilmeyen çalıştay tarihine geçelim:

Osmanlı döneminde oldukça önemli bir gelişme göstermiş, ikinci dünya savaşından sonra ise neredeyse bir antik kent sıfatı kazanmış olan Pocitelj’i nasıl turizme kazandırabiliriz düşüncesini; 1960’ların başlarında mimar Dzemal Celic, dönemin Kültür Bakanı Vilko Vinterhalter’e götürür.

Ortaya çıkan fikirlerden Ivo Andric’in “sanat çalıştayı” kabul edilir.  Dzemal Celic’in önderliğinde Pocitelj kenti; konut ve tüm diğer yapılarıyla birlikte yeniden elden geçirilir.  Büyük bir organizasyon ile 29.09.1964’de ilk sanat kolonisinin açılış ve töreni gerçekleştirilir.  İlk çalıştaya yirmi sanatçı çağrılır, yirmi gün boyunca ağırlanan her sanatçıdan birer iş istenir.

Sonrasındaki çalıştaylarda sanatçılar yavaş yavaş Pocitelj’de mülk sahibi olmaya başlarlar.  Aldıkları mülkü atölyelere çevirip yaz aylarında kullanılmak üzere yeniden tasarlarlar.  Hatta, hafta sonu etkinlikleri ile kente olan ilgiyi daha da canlandırırlar. Burada amaç, sanat aracılığı ile kentin cazibesini artırmak, kültürü zenginleştirmek, ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaktır.  İlk serginin açılışı üzerinden; savaşlar, toplumsal ayrışmalar, acılar ve elli yıldan fazla zaman geçtiği halde Pocitelj hala bölgedeki önemli bir sanat ve kültür merkezi olarak gelişmesini sürdürüyor.

Yugoslavya’nın paylaşımı savaşından sonra ortaya çıkan her türlü, özellikle dini yapılar ve sembollere yönelik sistematik tahribatın izlerini görmek artık ve nerede ise mümkün değil. Kaldığımız süre içinde orada yaşayanlardan savaş sonrası şehir efsanelerini dinlemek de oldukça ilginçti!  Bir de Pocitelj’de yaraların sarılmasında, sanatın da önemli bir araç olarak kullanıldığı bilgisine ulaşmaktan ayrıca mutluluk duyduğumu burada belirtmek isterim!

Parantez içine almadan ona da değinmekte yarar var: coğrafi, fauna olarak ve kültürel zenginliğiyle eşsiz memleketim Hopa’da, doğa ile inatlaşmanın faturasını “ilahi takdir” diye yorumlayıp Allaha havale eden yönetimin, sanatın varlığından da haberdar olduğundan kuşkum yok!

Yeniden konumuza dönelim: ilk koloni sergisi Nisan 1966’da Sarajevo’da açılır. Otuzbir sanatçıdan toplam sekseniki çalışma ile düzenlenen sergi, daha sonra Mostar ve Caplijina’da tekrarlanır.

O gün için oldukça özel ve lüks sayılacak bir katalogu da basılan sergi, çalıştayın bir sonucu olarak amacına ulaştığının göstergesidir denilebilir. Elbette çalıştayın ikincisi getirisi de; hala devam edip bugüne kadar gelmiş olmasıdır. Üçüncüsü ise; her geçen gün çıkış kaynağı ve tarihi referans gösterilmeden dahi olsa uluslararası boyutta yaygınlaşmasıdır.

Yakın Doğu Üniversitesi çatısı altında geçen yıl Kasım ayında düzenlediğimiz çalıştay; formatı ve sonuçlarıyla tam da buna örnek gösterilebilecek bir etkinlik olarak KKTC sanatı tarihindeki yerini almıştır. Türkiye’de ise belediyeler ve özellikle üniversitelerin çalıştaylara yoğun ilgi gösterdiklerini; sanat koleksiyonu oluşturmak ve elde edilen reklam değeri yüksek etki nedeni ile organizasyon sayısının her geçen gün daha da artmakta olduğunu söylemek mümkündür.

Bu tür organizasyonların; başarabilecekler için, başka etkinlikler oluşturmak, bağlantılar kurmak için iyi fırsatlar sunduğu bir gerçektir kuşkusuz. Biz de boş durmadık. Yakın Doğu Üniversitesi öncülüğünde bir karma sergi götürüp, Nisan 2016’da Saraybosna Üniversitesinde açacağımızı; ayrıca kişisel sergiler ve akademik etkinlikler için bir takvim belirlemeye çalıştığımızı da yine buradan paylaşmak isterim.

Çalıştaya katılan tüm ekibe; kusursuz organizasyon ve ev sahipliği için özellikle Mirsada BALJIĆ’e teşekkür ediyorum.

Sanat acıları unutturur, çocukları öldürmez; görün…

Sanata yakın kalın…

Sunday, August 30, 2015

Saraybosna, kuşatma, çalıştay

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:95



Sarajevo 2015 Uluslararası Sanat Kolonisi için; beş gündür Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da bulunuyorum. Gelmeden önce doğal olarak burası hakkında biraz araştırma yapmıştım. Ancak, buraya gelip o atmosferi daha yaşamaya başlamadan edindiğim önbilginin etkisi ile olsa gerek, tutukluk yapan belleğim beni rahat bırakmadı. Öyle ki, ertesi sabahın erken saatlerinde fotoğraf çekmek için yürüdüğüm şehrin sokaklarında, kendimi bir taraftan da dağları tararken buldum yan gözle…

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonraki süreçte; çok sancılı şekilde “paylaşılan” Yugoslavya’dan kuşkusuz Tito’nun o meşhur sarayı kaldı geriye, bir de mezarlıklar…  Sarayın akıbetini sorgulamadım ama, yeşil alanlarda mezarlıklar…  Çocuk parkının hemen yanında bir mezarlık.  Bu mezarlıklar ki; Yugoslav Halk Ordusu  ile  Sırp Cumhuriyeti'ne bağlı güçlerin Saraybosna kentine karşı; 1992-1996 yılları arasında yürüttüğü modern savaş tarihinin en uzun kuşatmasının sonuçlarını, tüm gürültülerden uzak sessizce yansıtıyor..

O tarihlerde bugün olduğu gibi kendine müslüman diyen birinin, yine kendine müslüman diyen “ötekinin” kafasını kesme görüntüleri servis edilmiyordu TV’lerde.  Zamanı geriye doğru sarınca dizilerden uzaklaşıp, hatırlanacaktır o günler. Lanetlemenin uzaklardan çok kolay olduğu o konforlu koltuklardan saygıyla ayağa kalkmasını beklemek yanlış olur belki insanların.  Elde tespih huzurlu atmosferinde ödenmiş bedellere ihanetle; yol kenarlarına yüzükoyun dizilmiş müslümanların üzerine mermi sıkılması sahnelerini izleyenlerin, bellekleri hala çalışır mı acaba? Derinlerinde bir yerlerde vicdanlarında ses var mıdır? İniltileri, duyan kulaklara çarpıyor kaldırımlara düşenlerin. Masala dönüştürülüp unutturulması çok sürmez tarihin... Ağrısız, dijitalize edilmiş belleklerin silinmesi çok sürmez. Buranın sokaklarında, bazı şeylerin hala sürmekte olduğu izlenimi var...

Dün niçin öldüler, bugün niçin ölüyor insanlar?

Neyse; Saraybosna kuşatması sırasında, 1.500'den fazlası çocuk olmak üzere 11.541 kişinin hayatını kaybettiği bilgisi var medyada.. 15.000'i çocuk, yaklaşık 56.000 kişinin de yaralandığı... O, onyedi yaşında yaralanmış kız çocuklarından biri, Perşembe günü bizim çalıştayı gezerken kısa bir sohbetimiz oldu.  İstanbul’da ekonomi okumuş.  Oğlu ile ailesini ziyarete gelmiş İstanbul’dan..

Kuşatma sırasında keskin nişancıların kendi halinde sokakta yürüyen insanlara, kenti çevreleyen dağlardan ateş edip öldürmesi sahneleriydi belleğimde tutukluk yapan o sabah yürüyüşünde.. Perşembe günü konuştuğum kişi de canlı tanığıydı o sahnelerin, tutukluk yapmamış uzun namlulu bir silahtan gönderilen acıyı bizzat yaşayanlardan biriydi…

O acıları taşıyanlardan biri de; Yakın Doğu Üniversitesinde düzenlediğimiz Art Colony’e de katılan, Kosova’dan Ethem Baymak’ın “Yorgun Gramofon” şiirini, kendi izni ve teşekkürlerimle sizinle paylaşmak istedim:

Rumeli’de yorgun bir gramofon çalar
sen hicaz faslında bekleyip durursun

kurtlar sofrasında bir dilim soğan ve tuz
ve geçmişin mumları yanar Bizans kiliselerinde
sonra bir ezan sesini Kosova ovasından
kovulmuş rüzgarlar getirir

gelen atın üstünde o muydu/yoksa?
yoksa/ıhlamur ağaçlarına konan kuşlar mıydı?

ağır aksak bir tambur taksimiyle
Vardar sularında Yahya Kemal dizeleri akıntıya kapılır.

bit pazarında fesime püskül bulurum
saatime köstek yokmuş diyor kunduracı Sülo

bir zamanlar
ah bir zamanlar. . .
bu yerlerde
taşın dibinde gül biterdi
ölüye ağıt/geline türkü yakılırdı
şimdi

Rumeli’de yorgun bir gramofon çalar
sen hicaz faslında bekleyip durursun.

Türk dilinin ve resminin Balkanlardaki önemli temsilcilerinden Ethem Baymak ile Sarajevo 2015 Uluslararası Sanat Kolonisi’nde de beraberiz. Geçen hafta Balkanlar ve Rumeli ile ilgili “az” bilgi paylaşmıştım. Bu hafta da Sarajevo veya Saraybosna hakkında “biraz” bilgi paylaşmak iyi olur diye düşündüm:

Saraybosna, coğrafı olarak Bosna bölgesinin Dinar Alpleri'yle çevrili Saraybosna Vadisi içerisinde Miljacka Nehri'nin çevresinde kurulmuştur.  Şehir, barındırdığı dini çeşitliliğiyle bilinir. Müslümanlar, Katolikler, Ortodokslar ve Museviler burada yüzyıllar boyunca barış içinde bir arada yaşamışlar. İşte bu yüzden Saraybosna, Avrupa'nın Kudüs'ü olarak kabul edilir ve aynı zamanda Balkanlar'daki kültürel şehirlerin en önemlilerinden biridir.

Bu bölgedeki ilk yerleşim kalıntıları tarih öncesi döneme kadar uzanmasına rağmen modern şehrin ortaya çıkışı 15. yüzyılda Osmanlıların bu bölgedeki hakimiyetiyle birlikte başlar. Osmanlıların 1463'te bölgeyi ele geçirmesiyle şehirde büyük bayındırlık faaliyetleri başlar ve bunun sonucunda Saraybosna, Türklerin Avrupa'da kurduğu en büyük kent olur.

Saraybosna’da bir köprüde, 1914 yılında Arşidük Franz Ferdinand'a, bu kentte Gavrilo Princip tarafından gerçekleştirilen suikast; I. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olarak gösterilir!
Şehir, birçok açıdan Türkiye'ye benzer. Türk kahvesi, börek, tarih, mimari, sosyal yapı gibi yönlerden Türkiye'ye yakın ya da benzerlikler gösteren bir kenttir.  Katolik Başpiskoposluğu, Ortodoks Patrikliği ve Müslüman Cemaati Başkanlığının bulunduğu Saraybosna, aynı zamanda tıp, ticaret, müzik ve kültür kurumlarının merkezidir. Şehir, tarihsel yapıları bakımından da zengindir. Bosna-Hersek Müzesi'nde zengin arkeoloji ve etnografya koleksiyonları vardır. Kaleleri ve camileriyle ünlü olan şehrin bu tarihsel yapıları, Bosna-Hersek'in diğer yerleşim birimlerinde de olduğu gibi savaş sırasında özellikle tahrip edilmiş ve büyük zarar görmüşlerdir.

Bugün şehrin, Bosna-Hersek'in en büyük kültürel ve ekonomik merkezi olarak savaş sonrasında kendini yenilemeye ve toparlanmaya çalıştığı gözlemlenebilir...

Yükseköğretimin Saraybosna'da uzun ve zengin bir geleneğe sahip olduğu bilinmektedir. İçinde bir de Güzel Sanatlar Akademisi olan Saraybosna Üniversitesinde 25 fakülte var.

Saraybosna için sosyal ve kültürel kurumlar büyük önem taşımaktadır. Meraklısı için yazayım; kentte; 1 opera, 6 tiyatro, 4 müze, 7 sinema, 33 kütüphane ve 287 spor tesisi mevcuttur.

Çalıştay sırasında özellikle dikkatimi çekiyor olan durumlardan biri de; insanların inanılmaz bakımlı, düzgün fizikli ve eğlenceyi, dışarı çıkmayı seviyor olmalarıdır diyebilirim. Bir yoruma göre bunun nedeni olarak; kuşatma sırasında, dört yıl boyunca dışarı çıkamamaları gösterilmektedir.

Savaşa sanat neden olmamıştır! Saraybosna’da bir çalıştay devam ediyor… Sanata yakın kalın…