Sunday, October 4, 2015

Yazmak, yüzüncüyü yazmak

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:100



Değerli okurlar epeydir hedeflediğim üzere, vardığım sonuç itibari ile bugün Kıbrıs Postası’nda yayınlanan yüzüncü makalemi okuyorsunuz.

“Bir hayali gerçekleştirmeyi engelleyecek tek şey vardır; başarısızlık korkusu!”

Kırkbirinci makalemde kontrol için bir durup baktım ki yoktu o korku… O makalemle kendi başarıma “aferin” demek istemiştim korkmadan. Geri kalan makalelerimin özel bir farklılığı yoktu diğerlerinden. Deneyimlerim olmakla beraber ve ancak çok da kolay değildi yazmak. Düşüncelerim gözlüğümün camı ile ekran arasında fütursuzca dans ederken, sözcüklerle ritmik müzik yapmaya çalışmak kolay değildi. Parmaklarımı kontrol etmek; klavyenin üstünde, düşüncelerimin önünde koşturmalarını görmek, ya da inatlaşmalarını ekrana karşı, yazmak kolay değildi.

Sanattan konular, insanlar, olaylar ve ölümler vardı yazdığım doksandokuz makalenin içinde… Hayattan ödünç aldığım.  Bir de başarılar, elimden hayata kattığım.  Elbette ki kimini daha keyifle yazmış, kiminde ise bir hesaplaşmayı paylaşmıştım derinden...

Gazeteye yazmaya başladığım günden beri; aralıksız ve kararlılıkla sürdürdüğüm bu “makale yazma” eylemini; her Cumartesi öğlen saat 12:00 ye kadar sancıyla, her Pazar sabah 09:00’dan sonra ise keyifle yaşadım, devam da ediyor. Hedefime varmak için sadece “güneşli günlerde” yürümeyi tercih etmedim.  Yaz, kış, yağmur, çamur yürüdüm.  Sorumluluklarım arasından nefes aldığım bir pencere oldu bu gazete sayfası, kendime hedefim. Penceremde mutlu oldum, güldüm!  Güneşin batışını da gördüm, vefasızlığı da… Tren de geçti önümden, tilki de. Penceremden yazdıklarımla ölümsüzlüğü buldum!

Geriye doğru bakıp analiz yapmak istediğimde karşılaşacağım rakamsal değerlerin pek de gerekli olmadığını düşündüm ve vazgeçtim. Ama neden yazıyordum sorusuna değinmek daha çok işime gelebilir gibi duruyordu gözümün önünde… Hemen, kestirmeden yazayım ilk akla gelen cevabı soru formatında; bir kaçış mıydı acaba kendimden bu yazma tercihi?

Yoksa, benim için bir ihtiyaç mıydı yazmak? Mesela, sözümü söyleyip mesajımı vermek için miydi! Yazmak, tanımsız bir şeylere karşı içten gelen bir tepki, karşı duruş ve belki de isyan mıydı?

Bilmek gerek; denizde olunca suyla, karada olunca toprakla barışık yaşamasını bilmek gerek. Yazmaya çalışınca da, sözcüklerle barışık olmalı insan. Düzenli ve disiplinli bir yaşamın içinde keşfe çıkmak, çıkılan için değil ama çıkanlar için o yolculuğu keyifli yapabilir. Ancak, bu yolculuk sırasında, bedenin eyleminden akıl sıkıldığında ortaya çıkan sorunlarla baş etmenin yollarını da bilmek gerek. Yoksa kelimeler yüklü tekne, havuzunda sallanır durur.

Bedenin yorgunluğu; aklın bildiği güzellikleri ve arzuladığı huzuru örtebilir.. Akıl; huzur için, kendi varlığına bir boşluk yaratmak için, değişik enstrümanlar kullanarak mücadeleye başlar yaşamla.  Kendini yorulmuş hisseden bedeni ile değil, yaşamla mücadele eder akıl. İşte o mücadele enstrümanları içinde “yazmak” resim ya da müzik yapmak gibi önemli bir yer tutar...  (İtiraf edeyim ki uğraşı alanım gereği oldukça şanslıyım!)  Sanırım insanoğlu, pek çok “güzelliği” bu mücadeleden çıkardı, çıkarıyor! Bakınız, tarih öyle gösteriyor!

Makalelerim kapsamında baktığımda; yazmak benim için belki de, düşündüklerimin kalıcı hale gelmesine yardımcı olan bir araçtır dersem, o soruya cevap olarak bunu söylersem, yeterli olur mu bilemiyorum. Yazarken düşünerek, düşünerek yazarken ölümsüzlüğü buldum. Yukarıda buna dokundum!

O nedenle, penceremden çekilip yazmaya nokta koymayı düşünmüyorum. Henüz yüzüncü makaledeyim.  Ancak, bugüne epeyce uzun bir yoldan geldim…

Özetleyeyim; “bir sabah kalktığımda o hep hayal ettiğim şeyleri yapmaya zamanım olmayacak, şimdi tam sırası” deyip, Hacettepe Üniversitesinden ayrıldım.  Kalanlara selam olsun!

Buraya; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine gelirken, kendim için belirlediğim kısa ve uzun vadeli planlarım arasında yer alan, “2015 yılı sonuna kadar bir kitap yayınlamış olmak” hedefime ulaşabilecek birikimi, bu makalelerle “sağladığım” düşüncemi Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’e açtığımda, “elbette hocam” diye aldığım cevap; “doğru bir yerde” olduğumu bir kere daha bana kanıtladı.

Şimdi kitabıma yürüyorum!

Benzetme yapmakta bir sakınca yoktur diye düşünüyorum: Fotoğraf çekerken hep öne doğru bakmak, bazen arkada kalan çok daha güzel tespitlenecek bir anın fark edilememesine neden olabilir.  O nedenle, ben zaman zaman geri dönüp bakarım var mı çekilecek bir kare, kaçırdığım bir farklılık diye. Kuşun taşa denk geldiği de olur zaman zaman!

Toplum mühendislerinin ya da psikologların mutlaka üzerinde çalışmışlıkları vardır, şu “başkaları ne der” kavramının.  Elbette tartışılabilir, “başkaları ne der” bence geniş anlamıyla bakıldığında bir kavram, o inançla söz demedim...  İşte o  kavramın karmaşası arasında boğulmadan; “başkalarının ne düşündüğü önemli değil, çünkü her durumda yine aynısını düşünecekler” demedim, belleğimden süzdüm, severek yazdım! Bugüne geldim.

Yazmayı sevdim…

Yazdıkça, konuşmalarla harcanmış zamanı geri getiremeyeceğimi bir kere daha gördüm. Sorunlar, öneriler, çözümler ve sonuç… Boşa giden onca birikim, her şeye bir kulp, bir kısır döngü, suya yazılan mektup…

Yüzüncü makaleme planladığım coşkuma pek uygun bir konu değil bu kısım ama yine de gerekçeleri kendimde kalarak “söz” ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. “Söz uçar, yazı kalır.” Özdeyişi; giriş, gelişme ve sonuç açısından aslında çok şey özetliyor da yine de yazmak lazım. Yaptıklarınızla tartılırsınız!

Özel çevre, orta çevre, geniş çevre ve toplumdan oluşan sınıflama ile baktığımızda, belki eleştirel bakış denilerek kamufle edilen dejenerasyon açılımlı değer erozyonu daha net görülecektir. Ancak burada erozyona uğrayan tarafın pozisyonuna dikkat etmek gerek; çünkü pozisyon durumun değerlendirilmesinde oldukça belirleyici bir rol oynar. “Sen yine aynı sensin de, ben daha yakından bakıyorum” dediğinizde görme konusunda epey mesafe almışsınız demektir. Çünkü, ne gördüğünüz; ne bildiğinize ve neye inandığınıza bağlıdır!

Elbette onu biliyoruz ki; “tekne limanda güvendedir ama, teknenin varoluş amacı bu değildir”. Çok güzel, süslü, fiyakalı tekneler demirli dururken kendi havuzlarında ben, yelken aldım limandan, kalem oynar yamandan…

Kimi notalarla, kimi formüllerle, kimi rakamlarla, kimi kalemiyle, kimi fırçasıyla, kimi yazdıklarıyla meydan okurlar… Kimi yel değirmenleriyle bile savaşır!

Hiç limandan çıkmamış tekneler dalgayı, masa başında oturanlar sokağı bilmezler diye bir beylik laf daha ederek; “hiç yenilmemiş insanlar, hiç savaşmamış olanlardır” ile güçlendirerek yazıyı meydan okuyanlara selam gönderelim. İşte tam da burada, yüzüncü makalemden kağıttan kahramanlara da selam gönderelim!

Söz uçar; biz yazalım, çizelim!

Sanata yakın kalın…

No comments:

Post a Comment