Sunday, January 11, 2015

Ölüm, ölümler, vefa

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:62



Günlerdir batı medyasının “Avrupaya yapılmış bir saldırı” olarak dahi yüksek makamlardan seslendirdiği yoğun bir bombardıman altındayız. Hala karanlık noktaları aydınlatılmamış onbir Eylül saldırılarından sonra, orta doğudaki ülkelerin ve insanların yaşadıkları ister istemez akla geliyor. Paris saldırılarından sonra nelerin olacağını hep birlikte göreceğiz. Terör saldırısını “nerede ise” savunanların durumu daha başka, neyi nasıl yuvarlayıp yutacaklarını bilemiyorlar.

Kışın soğuğu ve terörün ağırlığıyla dolan bir bellekte ölüm eski bir şey olarak kayıtlı.  Ölüm yakın olduğuna yeni görünürmüş. Size yakın, sizin tarafınızdaysa kabul etmiyorsunuz, ama siz başkasına ihraç ediyorsanız sorun yok!  Başka bir coğrafyada, başka bir ülkede, başka bir bölgede, başka bir ailede ise ölüm sorun yok!

Şu global kaos içinde, “taraf olma” konusu, artık yeniden “design” edilen toplumları aşarak; iki inanç sistemi arasındaki yüzyıllara dayanan husumetin hortlamasına gerekçe oluşturacak bir nedene mi dönüşüyor? Ölümler, bu amacın tezahürü müdür acaba?  Görünen o ki bu durum; ekonomik kutuplaşmanın bir çatışması değildir.  Çünkü tüm ekonomik enstrümanları kontrol edenin elinde olanlar için çatışma oluşturmasına veya çatışmaya girmesine gerek yoktur. Mesele belki de bütünüyle inanç sistemini ele geçirmektir.  Öyle görünüyor ki bu ele geçirmeyi de “ucu dışarıda” kontrol sistemleri aracılığıyla, kendileri için bir şeyler yaptığını sanan “gelecek körleri” vasıtasıyla yapıyorlar!  Mesela, basına yansıyanlardan aklıma gelip takılan şu, Tunus’daki olaylar sırasında yakalanan Fransız’lar acaba kaç ölüme neden olmuşlardı? Hatırlayınız, dünya; orada veya o coğrafyanın etrafında ölenler için “demokrasiyi getirdik size” demişti. Ölenler kimsenin umurunda değildi.  Çünkü zaman, mekan ve konum olarak ölüm uzaktı kendi evlerine. İşte o tankla topla gelenlerden sonra; şimdilerde Libya, Mısır, Irak veya Suriye’deki sokaklarda caddelerde halk, aşk şarkıları söylüyor değil mi? Aynen Paris “kahvehanelerinde” olduğu gibi!

Her sıradan barışsever insan gibi, her türlü terörü lanetlemenin bile endişe verici hale getirildiği bir bölgede yaşıyorsanız, dünyaya söylenecek bir söz vardır: “Evinin duvarları camdan ise, komşuna taş atmayacaksın”.  Bu veya benzeri bir sözün, düşüncenin, kavramın herhangi bir araçla görsel hale getirilmesi, çizilmesi beğeniye dayalı değerlendirmeye açıktır elbet. Sanatla fikri beyan, kuşkusuz en barışçıl fikri beyandır. Karşı olma durumunda ise, hak arama yerleri ve yollarını hukukçulardan başlayarak, evrensel boyutuyla herkes bilir… İnanç sistemleri “öldürmeyeceksin” der. Suriye, Cezayir, Fransa fark etmez öldürmeyeceksin der. Öldürülen taraf sevmez ölümü, çünkü yeni görünür onlara ölüm. Hele sanatla uğraşansa öldürülenler, bir kere daha lanetlenirler.

Bu ara ölümler hep üstüste geldi, yakın geldi, yeni geldi, acı geldi.  Bu sayfada birini yazdım, ikisi duruyordu. Farkındaydım içim içimi kemiriyordu.  Çok az bir arayla üç çınar devrildi sanat dünyasından, yaprağından gölgelendiğim...

Bangladesh’in başkenti Dhaka’da onaltıncısı düzenlenen Asya Sanat Bienalinin Jüri değerlendirmelerini tamamladıktan sonra, organizasyon programı çerçevesinde, bir gün önce başlayan Bangla Müzik Festivalini izlemek için Ordu Stadyumuna gittik.  Jüri başkanı Hashem Khan’ın hocası “büyük usta” Prof.Dr. Qayyum Chowdhury sahneye çıkmadan önce yanımıza geldi. Kendisi ile 2010’da benim yabancı delegasyon adına konuşma yaptığım oturuma başkanlık yaptığında tanışmıştık. 2012’de tekrar sohbet etme şansı bulmuştum. Son olarak yaklaşık bir ay önce yeniden bir araya gelmiştik. Hasret giderip karşılıklı sevinmiştik. Bizden ayrılıp kürsüde konuşmasını yaptıktan sonra, sahnedeki yerine oturdu.  Tekrar kürsüye gelip “bir şey söylemek istiyorum” dedi ve kürsüde, öylece, hepimizin gözü önünde, seksenüç yaşındaki çınar devriliverdi!

İkinci olarak üzüntüsünü yaşadığım; Mürşide İçmeli hocam hakkında bu köşede (21 Aralık 2014) bir yazı yayınlamıştım.

Üçüncü ölüm haberi ise; “bana aşk şiirleri oku”, bazen de “bir tane de ben sana Nazım’dan okuyayım, dinle” diyen Prof. Hamiye Çolakoğlu.  Kısaca; sanatı, yaşamının her alanına yayan bir insandı. Sadece seramik yapıtları ile değil; yazdığı şiirleri, vatanseverliği, söylediği aryaları, kültür insanları ile kurduğu dostlukları, sarsılmaz aile bağları ve sevgisi ile örnek bir kişilikti Hamiye hocamız!

Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde dekanlık yaptığım dönem içinde; Seramik Bölümü’nde kendi adını verdiğimiz atölyenin açılışına, hastalığı oldukça ilerlemiş olmasına karşın katılmış, bölümü ve bizleri onure etmişti.  Yine dekanlıkla paralel, Sanat Müzesi Müdürlüğüm sırasında bir de kataloglu sergisini açmıştık Hamiye hocamızın. Her iki etkinliğin gerçekleşmesini sağlayan ekipten; o zamanki Dekan Yardımcısı Yrd.Doç. Mustafa Salim Aktuğ, Seramik Bölümü Başkanı Prof. Nazan Sönmez, şimdiki Başkan Prof.Dr. Candan Dizdar Terwiel, şimdiki Dekan Yardımcısı Yrd.Doç. Hüseyin Özçelik, Doç. Emre Feyzoğlu ve Mutlu Başkaya’yı buradan bir kere daha selamlarken, hocamızı da rahmetle anıyorum!

Hamiye Çolakoğlu’nun HÜ GSF Seramik Bölümü’nde; Lisansını tamamlayıp, Profesör unvanı alan ilk öğrencisi; Candan Dizdar Terwiel’in kaleminden Çolakoğlu’nu sizlerle “özetle” paylaşmak isterim:

“Plastik sanatların insanlık tarihine eşit malzemesi seramik çamurunu yüksek ateşte pişirip ülkemiz tarihinde  60 yılı aşkın bir süredir kalıcı izler bırakan Hamiye Çolakoğlu’nun 1933 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde başlayan yaşam öyküsü  1945 yılından aramızdan ayrıldığı 31 Aralık 2014 gününe kadar Ankara’da geçmiştir. 1957 yılında Tuna Caddesinde ilk çini galerisini açmıştır. 1280◦C derecelerde yüksek pişirimi sanat eserlerine uygulayan ve sergiler açan ilk kadın seramik sanatçımızdır Çolakoğlu. Onun seramik yüzeyleri insanlığa dair soyut çizgilerle, ona özgü seramik kesimi kompozisyonlarla ve porselen heykellerle varolmuştur. Her bir eserinde Anadolu’nun eşsiz güzelliklerinden esinlendiğini ve sahip olduğumuz zenginliklerin kıskanılacak kadar çok olduğunu belirtmiştir.  Dünyanın pek çok ülkesini defalarca gezmiş, birikimlerini sanatıyla yansıtıp, sanat eğitimiyle de öğrencilerine  cömertçe sunmuştur. Çolakoğlu’nun; ulusal ve uluslararası çok sayıda ödülü, sergileri, jüri üyelikleri, müze ve koleksiyonlarda sayısız eserleri mevcuttur.  Hakkında; Prof.Dr. Sıtkı M. Erinç tarafından 1998 yılında “Toprağın Erki Hamiye Çolakoğlu” isimli bir kitap yayınlanmıştır.  HÜ GSF Seramik Bölümü’nün 1983 yılında kuruluşunu gerçekleştirmiş ve 2000 yılında emekliye ayrılıncaya kadar orada görev yapmıştır. Beysukent’de1995 yılında aldığı evini geleceğin Seramik Müzesi olması hayali ile eşsiz bir Kültür Evi haline getirmiştir.”

Hamiye Çolakoğlu’nun kendi ifadesi ile yazıyı noktalayalım: “Seramik  benim yaşam biçimim. Çamura düştüm, çıkamıyorum diyorum. Çamurla özdeşleştim. Onunla konuşur, bazen de kavga ederim. Onu döverek, bazen de okşayarak çalışırım. Onu özel yöntemlerimle sırlar, değişik yakıtlarla, değişik ısılarda pişiririm. Ben hayallerini kurgulayan, biraz çılgın bir insanım. Felsefemde yok yoktur. Varmak istediğim yere ulaşma çabasından çekinmem, korkmam. Sonucu görmenin tutkusu enerjimi, araştırmamı hızlandırır.”

Ölenlere rahmet için; güzel bir dünya için, eğitim alın, sanata yakın kalın…