Thursday, August 11, 2016

Atila Türk, sergi


Gecikmeli bir yazı :(

Bu hafta yazıma konu düşünürken fazla zorlanmadım. Mezuniyet döneminde olmamıza rağmen; anlamlı, güzel, önemli ve farklı bir sergi vardı gündemde.. Sergi süreci açısından değerlendirildiğinde dışarıdan gelen ile burada olan arasındaki çözüm ve yöntem farklılıklarını bir kere daha gördüm. Sonuç, kendi yaşadıklarım açısından “öğrenmişliğime” tescilleme oldu.

1949 yılında başlayan hayatının 2000 yılına kadar olan kısmı üzerine Yakından Sanat TV programımda “biraz” konuşmuştuk kendisi ile...  Geçmişine takılı bir insan değildi.  Özellikle “kültür tarihi” üzerine çok araştırma ve çalışma yapmıştı. Bir de onun bakış açısından görmek gerekirdi.  Ben zaman zaman yaptım.
Son onaltı yıldır akademide çalışan, on yıldır da benim tanıdığım; öğrencisinden Rektörüne kadar çalıştığı kuruma renk katan bir insana ait sergi ve hakkında konuşulanlardan bir kısmını paylaşacağım bu hafta.

Atila Türk’tür yazı konum!

15 Temmuz 2016’ya kadar YDÜ Hastanesi sergi salonunda izlenmesi gerekli bir “sergi açtık” bu haftabaşında. Açtık derken kimsenin yardımını esirgemediği, üniversitemizin olanaklarıyla ve yardım eden herkesin katkılarıyla açtık o sergiyi. Herkes gibi ben de sergiye katkım olduğu orandan daha çok mutlu oldum. Mutluluğumun nedenlerinden biri de Atila Türk’ün şu konuşması idi:

"Bir çoklarınızın bildiği gibi iki ayı aşkın bir zamandır Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi’nde kelimelerle ifade edilmesi imkansız bir özen ve şefkatle tedavi görmekteyim. Burada üniversite yönetimine doktorlarıma tüm hemşire ve hastabakıcı arkadaşlarıma şükranlarımı sunarım. 

Hastalığım nedeniyle uzaktan yakından ziyaretime gelen can dostlarım, meslektaşlarım, arkadaşlarım, öğrencilerim beni göremeden ziyaretçi defterime yazdıkları güzel dileklerle yetinerek geri dönmek zorunda kaldılar. Hepsine, hepinize gösterdiğiniz yakınlık,dayanışma ve dualarınız için minnettarım. Sağolun. 

Bu sergi birazda bir araya gözge gelmemize vesile olsun görüşme hasretimizi bir parçada olsa dindirsin diye düşünüldü. Burada gördüğünüz eskizler,çiziktirmeler, vinyet ve minyatürler benim yüzlerce defterimden arkadaşlarımın ulaşa bildiği sadece bir kaçından örneklerdir. 

Akademik çalışmalarımın soluklanmalarında uzun seyahatlerimde günlük gezilerde, kahve aralarındaki zamanlarda resim tutkumu dindirecek bu tür çalışmalar yaptım.Bunların bir kısmı kitap çalışmalarında kullanırım diyordum. Kısmet böyleymiş burada bizi buluşturma işlemiyle karşımıza çıktılar. 

Bu buluşmaya katkıda bulunan serginin baskı ve sunumunu sağlayan üniversiteme,tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim. Sizlerde geldiğiniz bu mutluluğu benimle paylaştığınız için sağolun, varolun."

Bunun ardından ben de kısa bir konuşma yaptım;

"Üniversiteleri Üniversite yapan değerlerden biride öğretim elemanlarıdır.  Atilla Türk gibi gerektiğinde abi, gerektiğinde kardeş, gerektiğinde büyük, gerektiğinde küçük olabilen; şakalarımıza hoş görüyle bakan, bizim yanımızda olduğu için, aynı çatı altında olduğumuz için keyf aldığımız çok önemli bir figur, değerdir Atilla Türk hocamız.  

Kendilerinin tanışıklıkları uzun yıllar öncesine giden, alanında duayen bir başka akademisyen Erdal Yavuz’un sayfasından paylaştığı gibi:

“O ki Atila Türktür
Üşüyene bir kürktür
Elli yıldır tanırım
Sevgide en büyüktür”

Kültür Tarihi üstadı, bilim adamı ve akademisyen kimliği ile pek çok öğrenciye ve akademisyene örneklik eden hocamız aynı zamanda hepimizin motivasyonuna artı katan, bize destek veren deneyimli bir insandır.  Üretkenliğinin önemli göstergelerinden biri olan bu sergi, onun sanata da hizmet etmek yaklaşımının, farklı disiplinlerde kendini ifade edebilmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Umarım kısa bir zaman sonra bu sergi ve hocamızın diğer çalışmalarını Girne Üniversitesi Sanat Müzesinde kendine ait bir köşede sergiler oluruz. Kendisini de en kısa zamanda sağlıkla aramızda görmek isteriz” dedim.

Yakın Doğu Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ümit Hassan ise;

“Atilla Türk ile arkadaşlığımda 45 yılı devirdik, 50 ye doğru yol alıyoruz. Şimdi bu ne sergisi, bu şiir sergisi mi, minyatür sergisi mi, çizgi ustası sergisi mi, renk sergisi mi, çizgi sergisi mi, hayatın yansıtılışı sergisi mi, ne sergisi bu bilmiyorum.  O bakışıyla söylüyor zaten ne sergisi olduğunu. Hayat sergisi minyatür sıfatı üzerinde hayat sergisi. Atilla Türk çocukluğundan beri 17-18 yaşlarında bilimsel kitap yazdı ki çok kaliteli, hala kendisinden istifade ediliyor. Atilla Türk, iyi Türkçe sahibi olarak, mükemmelliyetçi, çok titiz; yazdığına, baktığına, çizdiğine çok titiz. Atilla Türk. Bu kadar şair bir adam, bu kadar ressam bir adam, bu kadar çizgi ustası bir adam, bu kadar minyatürcü bir adam, bu kadar hassas bir adam, bu kadar değişik bir adam, bu kadar karizmanın her unsurunu kendinde barındıran bir adam. 

Tam bir estettir Atilla Türk. Mesela bir çoklarımız yakından tanıma fırsatı oldu fakat yine bir çoklarımızın kaçırdığı bir durum olabilir. Hattattır, ciddi maanada hattattır, tabi bu kadar meselelere, konulara dalınca belki  onu ön plana çıkarma fırsatı bulmadı. Onun yansımaları burada var ama hakiki hattattan bahsediyorum. Dolayısıyla o hattatlığı geçti zaten bilimsel dergiye, isteyen arar bulur. Koleksiyoner, onu hepiniz biliyorsunuz yada duymuşsunuzdur onunki koleksiyonerliği biyofillik. Yalnız kitap alanında değil bir çok alandadır. Atilla Türk, "Atilla Türk’çe" demeyi hakedecek adamdır. Çünkü genel olarak lisan bilgisinin genişliği, dil kültürünün enginliği, dil kültürünün sadece yabancı diller ve Türkçe bağlamında değil Türkçenin kendi sevdiği tabirle “hası insane” ve “olayı has” dır.

Atilla Türk dünyayı gezerek hayatının önemli bir bölümünü doldurmuştur. Çevresini ve arkadaşlarını çok mutlu etmiştir.”

Prof.Hassan, Atilla Türk'ün kaleminden şu dizelerle konuşmasını sonlandırdı:

"ölmek isterim kimileyim,
ölülerim utanmasın diye,
Selim şavku/türkü ölü olurum,
Selim şavkum/yeşilim/yaşamayı ciddiye alırdı,
beni yanına aldır(a)madı”

Sergi açılışındaki konuşmalarla devam edersem sırada Atila Türk ile 1969’da Ankara’da başlayan sonra Frankfurt’ta devam eden bir arkadaşlığın tarafı Tayfun Demir’in konuşmasına yer vermem gerekecek ancak, ben tercihimi, sergi için hazırlanmış ve soğuk mühür ile özelleştirilmiş katalogdaki yazısını paylaşmaktan yana kullanıyorum:

ATİLA TÜRK’TEN MİNYATÜRLER

“Borges için evren bir kitapsa, cennet de kütüphanedir. Francesco Petrarca 14. Yüzyılda kütüphanelerin, arşivlerin ardında bir ömür tüketirken, yaşadığı günün geçmişten beslendiği düşüncesiyle hakikatin peşindedir. Marcel Proust “Kayıp Zamanın İzinde” üç bin sayfa yazar…

Atila Türk, dünyaya, ama en çok da kaderi olmuş hafıza özürlü coğrafyaya, kurtarıcı bir akıl kazandırmanın peşi sıra kütüphanelerden, arşivlerden, beşik baskılardan, el yazmalarından topladığı bilgileri, belgeleri bir araya getirirken aynı zamanda ulaştığı kaynaklarla bir “kültür ve medeniyet” tartışması başlatır.

Derkenar notlarla donatılmış binlerce kitabın, defterin, klasik kart sistemlerinin, fotokopi tomarlarının; tarih, sosyoloji, sanat, felsefe projelerinin, kitap tasarımlarının, nadide koleksiyon parçalarının sıkış tıkış yer aldığı raflar, dolaplar içinde kaybolup gittiğini görmesine; sonu gelmeyen biriktirme, adlandırma, tarihleme ve not düşme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanacağını bilmesine rağmen, şaşırtıcı bir iyimserlikle yoluna devam eder.

Atila Türk‘ün Kütüphane/Müze/Arşiv mekanını dolduran kitaplar akşam karanlığıyla başlayan bir hareketlilik içinde onu birbirlerine çağırır, konuk ederler. Usta iz sürücümüz derin bir merak ve kuşkuyla peşine düştüğü bilgileri tararken yüzyılları, kültür ve medeniyetleri birbiriyle tartar, birbirine katar. Tamamlamayı sürekli erteleyerek mükemmelleştirmek istediği çalışmalarına ekleyeceği yeni notların, açacağı yeni tartışmaların heyecanıyla soluklanırken, tıpkı küçük büyük yolculuklarda, kısa dinlenmelerde, okuma–yazmaların ara soluklanmalarında yaptığı gibi başka bir tutkusu öne çıkar: türlü kağıt parçacıkları, pul koleksiyonları, kumaş artıkları, boş şişeler, yüzük mühürler, tahta kalıplar, kaşeler, camdan, kamıştan divitler Atila Türk’ün ellerinde kendi yazgılarından koparılmış bir yolculuğa, yeni adlandırmalara ve buluşmalara hazırlanır, beklenmedik limanlara demir atarlar…

Atila Türk, farklı boyut, teknik ve materyallerle kendi kitap çalışmaları içinde kullanmayı tasarlayarak çiziktirdiği, düzenlediği bu binlerce vinyeti, kendi tanımıyla minyatürü sergilemeyi elbette düşünmemişti. Ama onları basıma hazırladığı kitaplarına koymayı da unutmuştu.

Atila Türk’ün minyatür çalımalarından örnekler içeren ve sınırlı sayıda çoğaltılarak numaralanmış elinizde tuttuğunuz dosya sizi onunla ortak bir yolculuğa davet ediyor.”

Mezuniyet mevsimi, diplomaya ulaşanları, ulaşılmasına katkı koyanları, emek verenleri kutluyorum. Bu dönem yaklaşık üçyüzelli diploma imzaladım! İki mezuniyet törenimiz vardı, ayrıca iki de mezunum! Bir karga “gak” demiş, duydum!

Anılarınız olsun zamanı gelince paylaşacağınız, dostlarınız olsun sizin için uğraşan, hele de vefa duygusundan yoksun olmayınız.

Hayatınızda, muhakkak sanata da olsun…

Saturday, July 23, 2016

Darbe, Ortadoğu, bahar

KIBRIS gazetesi, 2016-07-23, Cumartesi, sayfa:35



Eğer hayat normal seyri içinde akıp gelseydi bu haftaya; yüzbinlerce gencin ve ailelerinin üniversite tercihleri ve gelecek planları yaptığı bir dönemde, akademisyen olarak irdelemem gerekli bir konu olarak şimdi okuyacağınız köşemde KKTC ve üniversitelerinde eğitim içerikli bir yazı bulacaktınız.
Ama olmadı.

Geçen hafta ilk defa “memleketim” kapsamlı, seyahat yazısı tadında bir yazı kaleme almıştım. Güzel bir fotoğrafla beraber yazı Kıbrıs gazetesinde yayınlanmıştı.  Okuyanlardan birinin “oraya gitmiş kadar oldum” demesi ayrı güzeldi!  Ancak; yazıyı, sosyal medya hesaplarımda (facebook, blogspot) paylaşmaya “içim” izin vermedi.  Belki daha sonra…

Çünkü, güzel Türkiye’mde yine bir şeyler ters gidiyordu. Sadece yüzbinleri değil, tüm Türkiyeyi ilgilendiren bir şeyler oluyordu. Tanklar halkın üstüne sürülüyor, uçaklar TBMM’yi bombalıyordu!
Şu söz; bu haftaki yazı için kelimeleri toplayıp yola çıkmak adına farklı bir başlangıç olabilir diye düşündüm: “İki şekilde yaşanır hayat; ya yaşadığın her kötü olaya oturup üzülür kendine yazık edersin, ya da yaşadıklarından dersini alır yoluna devam edersin!” 

Yalnızca benim değil, elbet herkesin kişisel tarihi derslerle doludur.

Ders deyince kuşkusuz eğitim akla geliyor, eğitim deyince de Türkiye’deki en üst düzey resmi kuruluş olarak YÖK.  Yayınlanan diğer kınama mesajları arasından önceliği, YÖK’ün mesajına vererek; lanet darbe girişiminin ardından yapılan ilk açıklamalarını paylaşıyorum:

"Yükseköğretim Kurulu, Üniversitelerimiz ve akademi camiası olarak; Yüce milletimizin iradesine karşı düzenlenen, demokrasi tarihimize kara bir leke olarak geçecek bu girişimi şiddet ve nefretle kınıyoruz. Demokrasinin en önemli savunucularından olan üniversitelerimiz için gün, demokrasiye sahip çıkma günüdür.  Bütün akademik camiamız milletin iradesine saygı ve demokrasiye sahip çıkma noktasında tek vücut halindedir." 

Her dakika darbeyi lanetleyen yeni bir kınama mesajı yayınlanıyor.  Her dakika yeni bir bilgi…
Bugün için sonuç: “Türkiye Cumhuriyetine karşı bir ihanet girişimi halk tarafından akamete uğratılmıştır.”

Darbeye karşı meydanları dolduranlar, nöbet tutanlar; demokrasiye inanıp onu koruyanlardır.  Türkiye Cumhuriyetini koruyanlardır. Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi olarak demokrasiyi koruyanlardır.

Neden, bu coğrafyada demokrasiyi “korumaya” bu kadar çok ihtiyaç duyuluyor?  Nedir, bu coğrafyanın, bu coğrafyadaki demokrasinin kaderi diye yazılanların peşine düşünce, “bir kadın, bir cetvel, 30 ülke” diye bir gerçeklik çıktı karşıma.

Ortadoğu’nun ne olduğunu, dünyadaki yerini, önemini daha bir farklı gözle okurken buldum kendimi. Tarihi ve bugünü arasında ekonomik gerekçeli, inanç maskeli ve süren sorunların bölge insanı için rutine dönüştürüldüğünü gördüm.  Bu coğrafya için “insan olan” herkesin siyasi, sosyal ve diğer tüm farklılıklara karşın sıklıkla kullandığı “barış” sözcüğünün aslında mikrofonlar veya kameralar için söylendiğini duydum.  Anlamının da tarihin önünde kaydedilmiş lügatlarda saklı kaldığını!  Üstü her daim toz, toprak, acı ve gözyaşı ile örtülmüş evrensel bir hasreti, insani bir duyguyu yansıttığını gördüm.

Tarihsel ve hatta sosyal genlerinde hep sorun olan bu coğrafyanın dünyadaki yeri neresidir, sorusuna açık bilgi kaynaklarından cevap verelim:

Orta Doğu ya da Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika'nın birbirlerine en çok yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bölgeyi tanımlar.  Akdeniz'den Pakistan'a kadar uzanır ve Arap Yarımadası'nı içine alır. Orta doğu kavramı, coğrafi olarak Avrupa’yı merkez alır.  Bu tanımlamadan hareketle, İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir.

Ortadoğu kavramının öncülü Fransızların, Osmanlı Devleti’nin toprakları için kullandığı “Yakın Doğu” tanımlamasıdır. İngilizlerin 19. yüzyıla kullanmaya başladıkları, 20. yüzyılın başlarına kadar da sık sık kullandıkları bir kavramdır.

İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren Hindistan ve Çin’in zenginliklerine yayılması da “Uzak Doğu” kavramının kullanılmasına neden olmuştur. Bu iki kavram batılı devletler için yeni bir bölgesel tanımlama ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.  Yine; İngilizler, Yakın Doğu terimine karşılık, Osmanlı Devleti toprakları içerisinde kalan ve Uzak Doğu’ya geçişte önemli bir atlama taşı olan bu coğrafi bölge için “Ortadoğu” terimini kullanmışlardır.

İngilizlerin  Orta Doğu ülkeleri tanımına; nerede ise tümü Osmanlı Devleti sınırları içerisinde olmuş: Suriye, Irak, Katar, Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan, Fas girmektedirler...

Bölge; genellikle nüfusunun büyük bir bölümü Müslüman olan devletleri kapsar. Özellikle Arap devletleri; “bir kadın, bir cetvel, 30 ülke” gerçeğinin biçimlendirilmiş halidirler.

Balkanlar; tanımın dışında tutulur. Bazı kaynaklar Somali ile birlikte kimi Kafkas ve hatta Orta Asya Cumhuriyetlerini de bu listeye dâhil etmektedirler.

Ne yazık ki son yıllarda uygulamaya konulan bir projenin Arap baharı, bu coğrafyada demokrasi değil ölümler getirmiştir, özellikle Suriye ve Irak hala ölmektedirler.

Gelelim batılı ülkeler veya egemen güçler neden bu coğrafyaya zorla ve özellikle demokrasi getirmek istemektedirler sorusunun cevabına:

Ortadoğu, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticarî ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarını kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. “Kara altın” olarak tanımlanan petrolün 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu’nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede önemlidir. 

İşte bu aleni gerekçeler ve jeopolitik önem; bölge devletlerinin demokrasiyi zorla hak etmelerinin nedenleridir!  Örneklerde olduğu gibi küresel güçler; bunu kabul etmeyenlere bahar getiriyorlar!
KKTC ve üniversitelerinde eğitim konusu bir başka bahara kaldı diyecekken; DİSİ eski Milletvekili Hristos Rotsas: “Atilla’ya saldırabilirdik, büyük ‘fırsat’ kaçırdık…” demiş!

Demiş de, cevap da yine o taraftan gelmiş: “vurgulamamız gerekir ki darbe gecesi Türk ordusu kışlalarda alarm durumundaydı, bunun gibi maceraperest bir argümana olanak tanıyacak bir rehavet içinde olması söz konusu değildi!”

Türkiye’mdeki yazın ortasına dönerek; herkesin soyut resimmiş gibi “kafasına göre” yorumladığı; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığına ve milletin iradesine kasteden başarısız, hain darbeyi ve terörü lanetleyerek kapatıyorum bu haftayı…

Darbeler olmasın; demokrasi olsun, eğitim olsun, sanat olsun!

Saturday, July 16, 2016

Hopa, Artvin, biyosfer

KIBRIS gazetesi, 2016-07-16, Cumartesi, sayfa:33



Uzak coğrafyaların reklam kokan, iştah açıcı turizm yazılarını gazetelerden okudukça; yakında ama ırak kalmış yerlerin gündeme getirilmesinin, hatta bu sayfaya da taşınmasının gerekliliğine inancım heyecana dönüştü. Sanatla nasıl bir bağlantı kurabileceğimi pek düşünmeden öylece gittiğim gezdiğim gördüğüm yerlerden çektiğim fotoğrafları bu nedenle taramaya başladım. Çünkü yazmakta olduğum gazetenin hafta sonu ekinde değil de, yazım ana gazetede bir sayfada yayınlanacağı için kolaj yapmadığım sürece taş çatlasın üç fotoğraf yayınlama şansım vardır. En iyi olasılık: yayınlanacak bir fotoğraftır! Eleme bu nedenle gerekli idi!

Bu arada memleket nedir diye sordum sözlüğe: “Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, şehir, yurt” cevabı aradığıma en uygun olandı! Türkiye’nin okuma yazma oranı en yüksek, göç verme oranı da yine en yüksek illerinden bir tanesi olan Artvin’dir, kast ettiğim.  Benim için, memleket diye coğrafi sınırları çizilmiş yer orasıdır!

Artvin, Türkiye'nin coğrafi olarak Doğu Karadeniz bölgesinde yer alan ve kıyıda iki ilçesi bulunan ilidir. İl, aynı zamandaTürkiye'nin Gürcistan'la olan sınırında yer alan kuzeydoğu köşesidir. Doğusunda Ardahan, güneyinde Erzurum ve batısında Rize illeri vardır.

Elbette turist olarak orayı görmek isteyecekler için daha çekici bilgilerin de verilmesi gerekir biliyorum.  Bunun için de bir iki hikayeyi; dağların rüzgarını, derelerin sesini, yamaçta ağlayan kayayı, ıslık çalan ağacı, ya da konuşan kuşu, belki de bunların hepsini birlikte takaya doldurup çıkarmalı sahile Hopa’dan.  İskelede bekleyenler arasında omzunda gitarı ile Kazım Koyuncu da olacaktır demeyeceğim. Ama onu hatırlayanların Çernobil faciasında oluşan radyasyon bulutlarının Kafkaslara çarpıp kıyı şeridine çöktüğünü çıplak gözle görenler, televizyon ekranlarındaki animasyonda bulutların daha kıyıya varmadan “hikmetli” bir şekilde yok olduğunu hatırlayacaklardır. Ekranlarda “bakın çayı ben içiyorum bir şey olmuyor” diyen muhteremin adını büyük bir olasılıkla hatırlamayacaklardır.

Nazım’ın yattığı maphushane, bahçesinde incir ağacı...

Hopa’ya 35 km uzaklıkta bulunan Batum Havalimanı; Gürcistan’la yapılan anlaşma gereği pasaport olmadan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından kullanılabilmektedir.  Buradan İstanbul ve Ankara'ya uçuşlar vardır. Trabzon Havalimanı ise kente 150 km uzaklıktadır.

Hopa'nın ana karayolu bağlantısı Karadeniz sahil yoludur. Sarp Sınır Kapısı'na 20 km, Arhavi'ye 11 km, Borçka'ya 36 km, Artvin’e 70 km ve Rize'ye 92 km uzaklıktadır.

Hopa’ya varmadan Artvin’e varılmaz bilgisi ve biraz da torpil ile yazılan bu satırların sahibi; işte tam da oralı!

Bölge; coğrafi ve kültürel yapısıyla Anadolu'nun diğer bölgelerinden keskin çizgilerle ayrılır. Yüzey şekilleri çok engebelidir. İklimde çeşitlilik, demografik yapıda zenginlik vardır. Bir gün “iklim ve coğrafi koşulların insan davranışları üzerindeki etkisi” konulu bir yazı da kaleme almak isterim.

Artvin, boğalarıyla meşhur bir il olduğu için kentin simgesi de boğadır. Her yıl Geleneksel Boğa Güreşleri Festivali yapılır, Kafkasör festivali bunların içinde en ünlüsüdür.  Boğa gibi dirençli Artvin halkı “şiçturma madenuna” diyerek doğayı korumaya devam ediyor olduğu için, henüz il topraklarının %55’inin ormanlık alanlarla kaplı kalabildiğini de belirtmekte yarar var.

Oraya gidecekler için bir Kızılderili atasözü daha albenili olabilirdi belki ama, ben doğrudan söyleyeyim: Ormanlar giderse insanlar da gider!

Önemli bir ziyaret nedeni olarak şu da gösterilebilinir; Artvin doğal parklarıyla ünlüdür. Şavşat ilçesindeki Sahara Millî Parkı içerisinde bulunan Şavşat-Karagöl ve Borçka-Karagöl fazlasıyla görülmeye değerdir.

Yeşilin insan gözüyle algılanabilen her tonunun öylece dağın yamaçlarına yayıldığı bir ortamda, anlatılacak hikayelere fotolar getirmek için sisten önce, ya da sisten hızlı hareket etmek gerekir. (Borçka-Karagöl’de, ilk defa gitmeme rağmen, biraz da şansla bunu başardım!)

Borçka-Karagöl, orman denizi içerisinde kapkara görünümlü, alabalığı, buz gibi soğuk suyu ve eşsiz manzarası ile önemli bir kamp yeridir. Bölge; alabalık, ayı, domuz, çakal, tilki, kurt, dağ keçisi, vaşak vb. açısından da zengin bir potansiyele sahiptir.

Benzer potansiyel, dağcılar için de sözkonusudur: Karçal dağları (3400 m), eşsiz güzellikteki manzaraları, buzulları, buzul devrinden kalma irili ufaklı gölleri, buzulların erimesinden doğan dereleri, tarihi kemer köprüleri ve yaylaları ile bölge, onlar için de cennet sayılabilir!

Şöylesi bir bilgi de; uzak coğrafyalardaki “uniqe” meraklısı olanlara gelsin: Borçka’nın Camili yöresi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından “biyosfer rezerv alanı” olarak belirlenen Türkiye'deki tek bölgedir ve bir dünya mirası olarak görülmektedir.

Gidecekleri ne kadar ilgilendirir bilemem ama şunu da ayrıca belirteyim: Artvin yöresi halk oyunlarında Artvin Barı’nın adı; Atatürk'e ithafen Atabarı olarak değiştirilmiştir. Atabarı ise kuşkusuz Artvin ile özdeşleşmiştir.

Memleketim benim!

Haydi kalkın Hopa’ya Artvin’e gidelim demeden önce bölgedeki dağların yamaçlarında; kışın yapraklarını döken, kızılağaç, kestane, gürgen, kayın ve meşe ağaçlarından oluşan özellikle sonbaharda usta bir ressamın paletindeki tüm renkleri barındıran bir bitki örtüsü olduğunu da paylaşalım!..

İyi, burada ressam ve palet sözcükleri geçtiğine göre “köşe” ile bağlantıyı kurduk demektir. Yöresel çalgılar, kemençe, tulum, akordiyon, davul ve zurna ile de bunu kutlarız olur biter!  Üstüne de mevsimine gore hamsi veya karalahanadan yapılan en az beş çeşit yemek...

Sözlük demedi ama; “insanın doğduğu yer” derler!

Bir de “en büyük sanat eseri doğadır”, ben de “memleketim” dedim!

Saturday, July 2, 2016

Narsizm, sanat, akademi

KIBRIS gazetesi, 2016-07-02, Cumartesi, sayfa:30



Evrensel kabul ile yedi dalı olduğu bilinen sanatın nerede ise tüm alanlarında yapıt üretenlerin (ressam, heykeltıraş, edebiyatçı vb. gibi.) hemen hepsinde narsisizmin farklı dozlarda var olduğu teslim edilir.  Yorumlara göre onları sanatçı yapan ya da sanata iten şeyin, içlerinde barındırdıkları küçük narsisizmin ta kendisi olduğu da söyleniyor!  Bu küçük ve sevimli narsisim bir şekilde kontrol altında tutularak büyütülmesi durumunda, zaman zaman “büyük” sanatçıların ortaya çıktığı da oluyor! (Onlara müteşekkir kalan toplum kendisini büyük sanatçı sananlardan ise çok çekiyor!)

Sanatla uğraşırken aldığı hazzın; yarattığı ve yaptığının takdiri üzerine oturduğunu itiraf eden kişilerin sayısının oldukça fazla olduğu bilinmektedir. Övülüp sevilmenin, önemli bir isteklendirme kaynağı olduğu da açıktır.  Bu hazzın derinleşmesi; yapıta dönüşüp dışa vurulması kişiyi mutlu eder. Kişi, her geçen gün ve her çalışmadan sonra bu övülüp sevilme dozunun da artmasını bekler olur. Aksi durumda sevgisizlik ve takdir edilmeme duygusu onu hırçınlaştıracaktır.  Kendisinin hatta anne veya babasının şu veya bu nedenle insanın temel ihtiyaçlarından biri olan sevgiden; mahrum kaldığını düşünmesi, kişiyi daha da zorlu bir hayata itecektir.  Kin ve intikam duygularıyla beslenmiş bir narsizm!

Epey zamandır üniversiteyi üniversite yapan önemli unsurlardan biri de öğretim elemanlarıdır diye beyanat verip duruyorum. Yeni bir tespit değil elbette bu. İşin içinde olanların üzerinde gerçek anlamda araştırma ve sentez yaptıkları; bilimsel sonuçlar çıkardıkları bir çalışma alanı. Akademisyen olan neredeyse herkesin de yabancı olmadığı bir konu.  Çünkü merkezinde “ben” vardır, yani akademisyenin ta kendisi. Hele de sanatla ilgili bir alanın akademisyeni ise bu kişi, uğraşı alanı gereği narsistik bir kişiliğe yakın olması da “izleyen için” sürpriz olmayacaktır.

Narsistik kişilik bozukluğu, bir insanın aşırı şekilde kişisel yeterlilik, güç, saygınlık ve kendini üstün görme ile zihinsel olarak meşgul olup bu durumun kendisine ve başkalarına verdiği yıkıcı hasarı görememesine neden olan bir kişilik bozukluğudur. Kaynaklardaki tahminlere göre toplumun %1 gibi bir kesiminde görülmektedir. İlk kez 1968 yılında formüle edilen bu rahatsızlık megalomani olarak da adlandırılır. Egosantrizmin oldukça sert bir formudur.

Narsistik kişilik bozukluğu bulunan kişiler, başkasının düşüncelerine ve isteklerine ilgisiz kalan kişilerdir. Kendini beğenmiş, başkalarının yaşadıklarına duyarsız kalan, sürekli olarak kendini ön plana çıkarmak isteyen kişiler narsistik olarak adlandırılır. Bu kişiler kendilerini başkalarının yerine koymaz, başkalarını anlamazlar.

Açık bilgi kaynaklarında paylaşılan aşağıdaki kriterlerin; beş tanesi ya da daha fazlasının bir arada olması halinde kişiye narsistik bozukluk tanısı konulabilir.

Kendilerinin çok yetenekli ve önemli olduğunu düşünüp başarılarıyla övünenler
Her zaman beğenilmek istenen, eşi bulunmaz olduğunu düşünürler,
İlişkide oldukları kişileri “eşi bulunmaz” “mükemmel” ya da “üstün yetenekli” olarak tanımlayanlar. Sıradan vasat buldukları insanların kendi üstün ihtiyaçlarını, özel değerlerini anlayamayacaklarına inanlar.
Hep en yukarıdaki kişilerle (paşa, profesör, genel müdür) ve makamlarla ilişki kurmakta ısrarcı olanlar.
Eleştiriye dayanamayanlar, sürekli övgü bekleyenler bu nedenle görünüş ve davranışları hep bunları elde etmeye yönelik, gösterişe düşkün olanlar.
Kendinin kayırılacak biri olduğunu düşünen ve hak kazandığını zannedenler
Başkalarını kendi çıkarları için kullananlar
Başkalarını kıskanan ya da başkalarının onları kıskandığını düşünenler.
Küstah ve kendilerini beğenmiş davranışlar sergileyenler, çoğu kez züppeliğe varan, tepeden bakan, patronluk taslayan tutumlar sergileyenler
Empati kelimesini hiç duymamış gibi davrananlar…

Yukarıda açık bilgi kaynaklarından derleyerek paylaştığım kriter ve tanımlamaların yerine oturması için özellikle son on yılımda yaptığım inceleme ve gözlemlerde ortaya çıkanların sonuçlanması; geçen gün yaptığım kısa bir sohbetle çözülmüş oldu, adını koyunca mutlu oldum.

Bu çözüm aslında; ne bilmediğinizin farkında olarak, alanınız dışında bir konuda uzmanların görüşlerini alarak, onlardan yararlanarak, doğru sonuca ulaşmanın yazıya dökülmüş hali oldu.  Öyleyse; sonuç bir haz nedeni olarak da değerlendirilebilir.

Yukarıda sözünü ettiğim; üniversiteyi üniversite yapan öğretim elemanlarıyla, uzmanlarla aynı çatı altında çalışmak, bu yüzden önemli bir zenginliktir, şanstır diye düşünüyorum.

Sanat ile doğrudan bağlantısı olduğu görülen bu kişilik bozukluğu/ şişkinliğine akademiden bir örnek uyarlamaya çalışayım:  Unvanı yetmeyen kişi, kendini dekan değerinde görür ve etrafındaki herkesten de kendine dekan değeri gösterilmesini beklerse ve bunu göremediğinde de davranışlarında çirkinleşme başlarsa, tanım hemen oradadır: Narsistik kişilik bozukluğu!

Bu bozukluğun tedavisi için uzmanlar bireysel psikoterapi öneriyorlar.  Zaman zaman terapi amaçlı da kullanılan sanat; narsistik kişilik bozukluğu saldırganlaşma düzeyinde alenileşmiş kendini sanatçı sananlara ne kadar etkili bir tedavi yöntemi olarak kullanılabilir sorusunun cevabı çok zor verilir sanıyorum.

Hayatınızda; cevaplar olsun, empati olsun, ama mutlaka sanata da olsun…

Saturday, June 18, 2016

Mezuniyet dönemi, diploma

KIBRIS gazetesi, 2016-06-18, Cumartesi, sayfa:31



Çalışmak ve bunun sonucunda ortaya çıkan işten keyif almak çok önemli bir motivasyon yoludur bilen için. Bu nedenle zamanını ve emeğini esirgemeden hayat yolunda yürüyenlerin geride başkaları tarafından izlenebilecek ayak izleri bırakmaları da doğaldır, dersem, “itiraz” edecekler mutlaka çıkacaktır!  Çünkü akademinin yürüdüğüm yollarında örneklerine çok rastladım bu tip insanların.  Sağım solum sobe!

Sizin bu satırları okuduğunuzun bir gün öncesinde yani dün, on yıl önce kurduğum fakültenin mezuniyet töreni vardı.  Kıbrıs Gazetesinin “değişik kurumlara eşit mesafede durma” ilkesi çerçevesinde kalarak ve hatta duruma saygı göstererek… Yine dün aynı fakültenin mezuniyet sergisinin açılışı da vardı.

On yıldır birilerinden hep duyarım: “Böyle ülke mi olur, böyle üniversite mi olur, böyle hoca, böyle öğrenci, böyle.. böyle.. vs..”  On yılda ben, dünyanın çevresini “alanımla ilgili gerekçelerle” neredeyse üç kere döndüm… Ne sonuç elde ettim biliyor musunuz: Evet üniversite dediğiniz böyle olur, fakülte, hoca, öğrenci dediğiniz böyle olur…

“Anladın sen onu” diye bir söz vardı bir ara ortalıkta yalın ayak gezen!

Bu hafta fıkra yazmak yerine sordum sarı çiçeğe: "dön bundan 4 sene önceye.. Ciguli patladı.. ekle iki sene.. ne patladı.. ikiz kuleler.. Ciguli hangi parçayla patladı.. Binnaz.. fazla naz ne usandırır.. aşık.. usanan kim.. Usame.. Binn.. Ladin.. anladın sen onu anladın.."

Yalınayak toprakta, çimende gezmek elektriğini alır insanın derler.  Eh şimdi bu coğrafyada deniz mevsimi…  Akademinin ayrıntılarında tıkanıp da itiraz edenler; ayrıntıda boğulmamak lazım, hadi kolay gelsin!

Biz yürüyelim!

Bizim pazartesi günü de bir başka mezuniyet törenimiz var!

“Fast food” kültürünün getirilerinden yararlanmak tembelliğe yol açar, doğrudur.  Sadece masada oturmak fikri göbek yapar elbet, ama mihrap sağlamsa söz de yerine ulaşır!  Genel olarak, dört yıl sonunda başarılı olanlar da diplomalarına kavuşur.

Peki, diploma nedir?
Değişik kaynaklara göre farklı tanım ve örnekleri olan diplomanın bu yazıya uygun olan açıklaması kanımca aşağıdaki gibidir:

“Bir kimseye; herhangi bir okulu veya öğrenim programını başarıyla tamamladığını, bir derece veya unvanı kullanmaya hak kazandığını, bir iş, sanat veya meslek dalında çalışabilme yetkisi elde ettiğini belirtmek için bir öğretim kurumu tarafından düzenlenip verilen resmî belge, icazetname, şahadetname!”

Sormaya devam edelim:  Peki diplomayı alan ne oluyor?

Girne Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. İlkay Salihoğlu konuşmasında değinmişti:
Osmanlıca yazılışı ile: mezun oluyor;  salahiyetli oluyor!

Diploma ve diplomalıya ilişkin daha yaygın bilinen ve bugün için kullanılan tanımlar veya anlamları da şöyle:
-  bir iş için yetki verilmiş, yetkili
-  izinli, izin almış.

Diploma konusunu karıştırırken şu karşıma çıkan “şamata” tanımı da eklemeden edemeyeceğim yazıma.  Hep ciddiyet için değil, bazen gülmek için de nefes almak iyi gelir…

“Diploma; ilk kez Claudius devrinde görülen, üstünde askerlerin öncelikleri, hakları yazılı olan küçük bir çift bronz tablete denir.  Günümüz kullanımına da buradan geçmiştir. Askerler ancak belli bir süre hizmet ettikten sonra haklarına kavuşabilirlerdi.  Diploma bugün olduğu haliyle o devirde kesinlikle bir mezuniyet, tamamlama belgesi niteliği taşımazdı.  Bir tür ‘sen olmuşsun artık, evlilik hakları, vatandaşlık hakları sana  feda olsun yiğidim’ belgesiydi askerler için.”

Bu hafta daha hafif yazmaya çalışarak yürüyorum dikenlerin üstünde…

Yalın ayak, nereden nereye!

Emeğinizin karşılığında diplomalarınız olsun, diplomalarınızın karşılığında da hayatınız başarılarla dolu olsun. Sağlık da olsun…

Muhakkak sanata da olsun…

Saturday, June 11, 2016

Üsküp, konferans, devam

KIBRIS gazetesi, 2016-06-11, Cumartesi, sayfa:31




Değişik gerekçeler ve defalarca gittiğim Balkanlar; Batı’nın özellikle Müslümanlaşmış toplulukları öteleme çabaları gözle görülür biçimde cereyan ederken, demokrasi havarilerinin buna ses çıkarmamaları ve hatta demografik yapının sosyalizm çöktükten sonra bu topluluklar aleyhine hızla çalıştırıldığı bir coğrafi bölge haline gelmiş durumda. Baskınlık savaşı sadece Üsküp’teki heykeller arasında yok! Sosyalizmden sonra Müslümanlara karşı yürütülmüş bir kıyım ve bunun hala devam eden sistematik yansımalarını görmek mümkün. İşin içinde ABD ve hatta NATO olduğu için kimse “ey benim Müslüman kardeşime zulmeden…” diye horozlanamıyor…  Ki bu konuda görüştüğüm uzmanlara göre; Balkanlardaki demografik yapının değişmesi, Arap baharı kandırmacası ile kan ve gözyaşına boğulup ortaçağa döndürülen başta Libya ve halen teslim alınamayan Suriye’deki zorlamadan çok daha önemli görülüyor.

Böylesi labirentvari siyasi ve sosyolojik ortamda kurulabilecek akademik işbirliklerinin en barışçıl girişimlerden biri olması muhtemeldir.  Özellikle; görüştüğümüz akademisyenlerin yaklaşımları, bu işbirliklerini bir görev olarak algılamamıza neden olabilecek samimiyette idi diyebiliriz!

Kosova AAB Üniversitesi Rektörlüğünden bir heyetin Priştine’den kalkıp, (SEEU) Tetova kampusunda devam eden konferansın ikinci gününde bizimle görüşmeye gelmeleri; yukarıda sözünü ettiğim samimiyete önemli bir örnek olarak gösterilebilir sanırım!

Bu görüşmeler sırasında ve geçen haftadan devamla; Makedonya South East European Üniversitesi, Kosova AAB Üniversitesi ve KKTC Yakın Doğu Üniversitesi arasında oluşturulacak akademik işbirliğinin yararlı sonuçlar doğuracağına inancım tamdır.

Temmuz ayının ortalarında iki üniversite arasında imzalanacak protokolden sonra; çok yakın bir zamanda bunun meyvelerini göreceğimizden de kuşkum yok!

YDÜ Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin Uzunboylu’yu özellikle Balkanlarda kurduğu bağlantılar ve bağlantılarda sağladığı süreklilik açısından kutlamak gerekiyor.  Makedonya’nın başkenti Üsküp’te South East European Üniversitesi (SEEU) ev sahipliğinde beşincisi gerçekleştirilen “Dünya Tasarım, Sanat ve Eğitim Konferansı” da bunlardan biriydi.

Tekrar bu konferansa dönelim, bu konferansa ve benim konuşmama!

Bu cümle tekrar olacak ama geçen haftadan kalan anlamı pekiştirme açısından gerekli diye yineliyorum! Makedonya’nın başkenti Üsküp’te South East European Üniversitesi (SEEU) ev sahipliğinde gerçekleştirilen beşinci Dünya Tasarım, Sanat ve Eğitim Konferansı’nda baş konuşmacı olarak “Sanat, Eğitim ve Akademi” başlıklı bir konferans vermiştim.  Konuşmamı Temel’den bir fıkra ile sonlandırdığımı ve fıkrayı paylaşmıştım.  Bazı arkadaşlardan gelen; “konuşmanın başlangıcı nasıldı?” sorularına yanıt için; Üsküp’e değil de konferansa geri dönmem lazım!  Dolayısı ile de konferansımın başında anlattığım fıkraya dönelim!

Sunum için İngilizceye çevirdiğim fıkranın Türkçesini aradım bulamadım. Bu nedenle de tekrardan Türkçeye çevirmek zorunda kaldım!  Farklı anlatımları da mevcuttur elbet; ama ortaya çıkanı birlikte okuyalım:

Temel’in uzun olan hayat hikâyesinin fıkrası kısa olsun diye:

Temel, yirmi yıllık hapis cezasının son bir ayına gelmiş… Koğuşta kara kara düşünüp dururken yanına hemşerisi Dursun gelmiş, elinde iki bardak çay ile.
-Ula uşağum nedur düşündüğün, aha da çıkacaksun işte daha ne isteyisun…
Temel dertli:
-Sorma Dursun; dışarı çıkmak eyidur muhakkak da, benum için öyle değil.  Ne ailemden kimse kaldi, ne evum var, ne işim ne de geçinecek param… Ne yapacağum pilmeyirum…
Deyip çaydan kocaman bir yudum çeker. Dursun güler durumuna Temel’in.
-Habu düşündüğün derde bak. Ben biliyurum bir çare…
Temel: Söyle o zaman da nedur o…
Dursun: Habu senin horon oynamayı öğrettuğun pire var ya
Temel: Eee noldi ki?
Dursun: Uşağum; işte o pireye horon oynatursun, seyredenlerden de para alursun da…
Temel: Hay aklun ile bin yaşa Dursun!

Ceza biter, o gün gelir Temel özgürlüğüne kavuşur… Pirenin kutusu cebinde çıkar dışarı…

Özlemiştir, hemen bir lokantaya girer, hamsi ve yanında bir duble rakı sipariş eder.
Yer, içer. Hesabını ister. Keyfi yerindedir. Hesabı getiren garsona; masanın üstüne koyduğu kutudan çıkardığı pireyi gösterir…
-“Ula uşağum habu pireyi göriyimisun” der ve horon için ıslık çalmaya başlar… Pire de oynar…
Bunu gören garson da hemen cebinden çakmağı çıkarır ve pireyi yakar!

Konuşmamın devamında: “bu fıkrayla “Sanat, Eğitim ve Akademi” başlığının ne alakası var diyeceksiniz, merak edenler için açıklayayım öyleyse!
1-  Fıkrada eğitim var. Çünkü bizim Temel pireye horon tepmesini öğretti, yani onu eğitti! Dolayısı ile işin içinde eğitim var!
2-  Horonu dans olarak değerlendirmek lazım, dans da bir tür sanat olduğuna göre bu bağlantıyı da kurduk. İşin içinde sanat da var! Geriye kaldı akademi!
3-  Elbette hapishane resmi bir eğitim kuruluşu değildir. Ancak başlık kapsamında ister istemez akıllara akademiyi çağrıştırıyor.
Böylece fıkra ile konuşma başlığı arasında bir bağlantı kurulmuş oluyor mu, oluyor!
Öyleyse şimdi akademiden başlayalım!” diyerek konuşmamın esas konusuna geçtim…

Konferans kapsamında ilk gün Türk Sanatçıların (SEDER üyelerinin) sergi açılışı yapıldı. Arkasından açılış konuşmaları ve benim sunumum geldi. Sunumumda “Burning Man” izleyenler ancak Destan’da köfte yiyerek kendilerine gelebildiler!

Sonra SEEU Tetovo Kampus’une geçtik.
Dikkatimi çeken yerler ve durumlar hakkında yorumlarımı paylaşmıştım!

Hacettepe Üniversitesine torpil geçerek; sözlü sunumları yapılan bildiriler arasından bazılarını yazar ve konu başlığıyla paylaşmak istedim. Bildiriler yayınlandığında veya yazarlarının adından, arzu edenlerin onlara ulaşması mümkün olabilir.

~ Ayşe Bilir: From The Surface of Painting to Architecture Space: Cloud Image.
~ Refa Emrali: Present Day Artists’ Multicultural, Hybrid Identity.
~ Banu Bulduk: Contemporary Illustration Methods and New Application Areas on Illustrations: Interaction Induced Animated Illustrations.
~ Emre Demirel: The Haptic and Visual Considerations of the Public Spaces: Otto Herbert Hajek’s Proposal for Hergelen Square in Ankara.
~ Seza Soyluçiçek: New Generation Console Game Technologies; Console Game Application Supported with Projection Mapping.
~ Ödül Işıtman: Producers of Contemporary Art; Generations X, Y, Z.
~ Hüseyin Özçelik: Ceramic wall tales based on the work named “Freedom”.
~ Hakan Sağlam, Ilayda Asak: Post Graduate Architectural Education in Turkey.
~ Sezer Cihaner Keser: The Role and Importance of Art Education Socializing.

Konferans sekreteri Naziyet Uzunboylu’dan aldığım bilgilere göre; Yakın Doğu Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Zagrep Üniversitesi, Avrupa Eğitim Araştırmaları Birliği ve South East European University işbirliği içerisinde gerçekleştirilen konferansa; 19 farklı ülkenden 120’ye yakın akademisyen katılarak tasarım, sanat ve eğitim bilimleriyle ilgili güncel araştırma konularını tartıştılar.

Konferans kapsamında düzenlenen “Üst Düzey İndexli Dergilerde Yayın Yapımında Dikkat Edilmesi Gereken Unsurlar” başlıklı panelde koşan Prof.Dr. Hüseyin Uzunboylu, özet olarak; dünyada yayınlanan makalelerin yüzde elliden fazlasının hiçbir atıf almadığını, araştırmacıların eriştiği makalelerin yüzde doksanının sadece başlığına göz attığı, yüzde ikisinin özetini okuduğunu ve yüzde birinden azını detaylı okuduğu yönünde bilgiler verirken, etki faktörlü dergilerde; orijinal, bilime katkı getirme düzeyi yüksek ve iyi yazılmış makalelerin yayınlandığını dikkat çekerken, önemli olanın yazarın dışında başka araştırmacıların yazılan makaleye atıf yapmasının olduğunu vurguladı.

Keyifli bir etkinliğin yazısını sonlandırırken: Konferans hiçbir aksaklık olmadan tamamen planlandığı gibi başladı ve sonlandı. Bu nedenle genel koordinatör olarak Prof.Dr. Hüseyin Uzunboylu‘na, evsahipliği yapan SEEU Rektörü Prof.Dr. Zamir Dika ve Yrd.Doç.Dr. Mentor Hamiti’ye, organizsayona emek veren Ankara Üniversitesinden Prof.Dr. Ayşe Çakır İlhan ve Prof.Dr. Hafize Keser’e özellikle teşekkür etmek isterim.

Konferansın benim için öngörülmeyen getirilerinden biri de; geçen gün elektronik postama gelen bir mektup oldu.  Mektubun bir cümlesini aktarayım: “We have learned your paper "Art, Academy and Education" at the 5th International Conference on Education.  We are very interested to publish your latest paper in the Journal of Modern Education Review.”

Balkanlara ve sanata yakın kalın…

Sunday, June 5, 2016

Makedonya, Üsküp, izlenimler

KIBRIS gazetesi, 2016-06-05, Cumartesi, sayfa:29



Temel; macera için İstanbul’dan Amerika’ya kadar yüzmeye karar verir… Dursun da taka ile onu takip edecektir.  İki kafadar yola çıkarlar.  Fıkra bu ya, tam 75 gün sonra ufukta özgürlük anıtı görülür… New York’a varmalarına az kalmıştır.  Temel takada horon tepmeye başlayan Dursun’a döner:
-Ula uşağum ben vazgeçtum geri döneyirum!

Makedonya’nın başkenti Üsküp’te South East European Üniversitesi (SEEU) ev sahipliğinde gerçekleştirilen beşinci Dünya Tasarım, Sanat ve Eğitim Konferansı’na (WCDAE 2016) baş konuşmacı olarak davet edilmiştim. Gittim; “sanat, eğitim ve akademi” başlıklı konferansımı davet eden ve izleyenlere göre başarıyla gerçekleştirdim ve geri geldim. Bu durumun Temel ile alakası var, çünkü konuşmamı yukarıdaki fıkrayı anlatarak sonlandırdım!

Geçen yıl Saraybosna’da gerçekleştirilen resim çalıştayı ve ardından bu yıl açtığımız “izdüşüm” sergisine ilişkin yazılarımda Balkanlar ve eski Yugoslavya hakkında bilgi paylaşımında bulunduğum için bu yazımda Makedonya ve Üsküp ile sınırlı kalmaya çalışacağım.

Makedonya, Balkanlar'da bir ülke. Kuzeyde Sırbistan ve Kosova, batıda Arnavutluk, güneyde Yunanistan, doğuda Bulgaristan ile komşu. Ülke, 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nden Makedonya ismi ile bağımsızlığını ilan etmiş. Birleşmiş Milletler ülkeyi 1993 yılında Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) ismi ile tanıdığını duyurmuş.  Avrupa Birliği, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), Uluslararası Para Fonu, Avrupa Yayın Birliği ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi gibi örgütler ülkeyi Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) adıyla tanımış.

Türkiye, Makedonya Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ilanıyla beraber ülkeyi kendi ismi ile tanımış. Nitekim bu sebeple Makedonya'yı Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya ismiyle (FYROM) tanıyan NATO teşkilatına ait ve içinde Makedonya geçen tüm belgelerde metinde "FYROM" kısaltması geçerken, belgenin sonundaki bir dipnotta Türkiye'nin ve diğer NATO üyeleri ABD, Arnavutluk, Bulgaristan, Estonya, Hırvatistan, İsveç, İzlanda, Kanada, Litvanya, Macaristan, Norveç, Polonya, Romanya ve Slovakya ile birlikte Makedonya'yı anayasal ismi ile tanıdığı ayrıca belirtilmiş.

Gün ortasında indiğimiz Üsküp’te şehrin profilini görmek için gezerken dikkatimizi çeken heykeller oldu. Başarılı başarısız, büyüklü küçüklü heykeller, hemen hepsi yeni heykeller… Kent merkezinde her yüz metrekareye 3-4 heykel düşmekte desem sanırım abartmış olmam.  Heykel deyince neredeyse tümü tarihten devşirildiği belli olan “kahramanların” figürleri. Öyle normal boyutlarda da değiller, devasa heykeller.  Birbirinin görüş alanına giren, hatta genel olarak görüntü kirliliği yaratan “söylemli” heykeller. Bir kısmına su ve ışık oyunları da eklenmiş! Elbette aralarında siyasi ve askeri olmayan şahsiyetlerin heykelleri de var ama azınlıktalar. Şehrin iki yakasını bağlayan taş köprüden eski çarşı yönüne doğru giderken sağ tarafta Vardar nehri içinde suya atlayacakmış gibi ellerini yukarıdan kavuşturmuş, mayosu kırmızı renkli bronz kız heykeli bunlardan biri. Su biraz çekilince kızın çok yakınında iki de ayak görülüyor.  Belki de kız o ayakların sahibini kurtaracakmış izlenimi bırakan bir kompozisyon düzenlenmiş.


Heykellerin aralarında aleni bir “baskınlık” savaşı var denilebilir… Bir de ve özellikle Büyük İskender’in aslanlarına karşı uygulanan vandalizm: boyama!  Bu vandalizm türü pek çok devlet dairesine, bakanlık binalarına ve bir de dikkatimi çeken Makedonya Zafer Kapısı’na karşı da uygulanmış.

Merakımın cevaplanması için yaptığım girişimler sonuçsuz kalmadı elbette.  SEEU Rektörü Prof.Dr. Zamir Dika ve arkadaşları ile yaptığımız sohbetlerde konu aydınlığa kavuştu.  Ancak, yine de açık bilgi kaynaklarından da yararlanarak paylaşmakta yarar var diye düşündüm:

Makedonya hükümeti "Üsküp 2014" projesi çerçevesinde başkent Üsküp'ün merkezini yeni bir görünüme kavuşturmak adına, büyük çalışmalar yürütmüş. İnşa edilen yeni binalarla, eski binalar üzerindeki yenileme çalışmalarıyla ve değişik heykellerle, Üsküp'ün merkezi adeta görkemli antik bir kente benzetilmeye çalışılmış. Heykeller içinden en çok dikkat çekeni ise, kuşkusuz Büyük İskender’in (Alexander the Great), heykelidir. Makedonyalı İskender olarak da bilinen Büyük İskender’in Floransa’da yaptırılan heykeli Makedonya Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 20. yılı anısına 8 Eylül 2011 tarihinde Üsküp Meydanı’na dikilmiş.

Meydanın batı tarafında ışık ve su oyunlarıyla tasarlanmış yirmi metre çapında ve bir havuzun içine yerleştirilmiş 10 metre yüksekliğindeki rölyefli silindirin tepesindeki yine on metre çapındaki platformda merkezin dışına basan iki arka ayak ve iyice çemberin dışına yakın yerleştirilmiş kuyruğu ile dengesiz bir platformda şaha kalkmış atın üzerinde kılıcı ile “fetih” işareti yapmakta olan Büyük İskender’in atlı heykeli 14.5 metre, anıtın toplam yüksekliği ise yaklaşık 30 metre yüksekliğinde.

Silindirik kaidenin etrafında İskender’in komutanları uzun uzun mızraklarla kompozisyona hareket katmışlar. Havuzun etrafına sıralanmış aslan heykellerinin kimi içe doğru kimi de dışa doğru bakıyor. İçe doğru bakanların ağızları açık ve su oyunlarına katılıyorlar. Suyun hareketiyle senkronize olarak değişen ışığın rengi “kitchliğin” zirve yaptığı izlenim anı oluyor tarihi bir figürün anıtında. Kısaca; izlenmesi zor olduğu için etkisi de olumsuz denebilecek bir anıt!

Makedonya hükümetine göre 80 milyon Euro’ya mal olduğu belirtilen Büyük İskender heykeli projesinin maliyeti, kimilerine göre 200 milyon kimilerine göre de 500 milyon Euro’ya mal olmuş.
Turistler için, fakirliğin pek deşifre olmadığı kentte, dikildiği ilk zamanlarda harcanan bütçe nedeniyle heykel, bazı kesimlerin tepkisini toplamış.  Halkın bir kısmı, işsizlik oranının yüzde 33'ü aştığı ve vatandaşların yaklaşık üçte birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede heykellere yüklü harcamaların yapılmasına karşı çıkmış. Vandalizmin sebebi olarak da işte bu “dengesizlik” gösteriliyor.

Kentte gezerken barışçıl bir protesto gösterisinin de tanığı olmak ilginçti. Her yaştan ve her statüden, bisikletlisinden tekerlekli sandalyelisine kadar oldukça farklı renklerden oluşmuş göstericilerin zarar vermeden ve zarar görmeden toplanacakları alana kadar şarkılar ve sloganlar eşliğinde yürümeleri eski Yugoslavya sempatilerinin hala sönmediğinin göstergesiydi. Bu arada şunu da belirteyim ki; sadece iki üniformalı ve onların yanında duran sivil giyimli bir polisin güvenliğini sağladığı bir binanın dışında başka bir “önlem” gözüme takılmadı! Hükümet aleyhine olduğu belli ancak, dedim ya “barışçıl” bir gösteriydi.

Üsküp 2014 projesiyle Makedon ve Ortodoks Hıristiyan kültürüne “anıtsal” yatırım yapılıyor izlenimi var kentte.  Büyük İskender'i kendi ataları olarak gören Yunanlar, Makedonya'nın bu projesini tahrik edici buluyor. Makedonya hükümetinin Makedon etnik kimliğini reform etmeye çalıştığını ve bu amaçla Üsküp 2014 projesini geliştirdiği ve milliyetçiliği tırmandırdığı kanısı yaygın bir görüş. Bu kapsamda, Makedonya'nın çok uluslu ve çok kültürlü bir devlet olduğunu gerekçe gösteren Arnavut ve Türkler, Üsküp 2014 projesinin kendi tarihlerine ve kültürlerine ait değerleri yansıtmıyor olmasından dolayı rahatsızlıklarını dile getiriyor.  Otelden havaalanına giderken konuştuğumuz taksi şoförü bu konuda oldukça net bilgiler ve rakamlar verdi...

Pek ümitleri olmazsa da Arnavut ve Türkler, kendi tarihlerine ait kahramanların heykellerinin de Üsküp'ü süslemesini talep ediyorlar.  Bu talebe karşın; Mostar’da olduğu gibi Üsküp’ün en görünür yerine de bir haç dikilmiş!

Arnavutların Tetova, Türklerin ise Kalkandelen dedikleri bölgede, halen Türkçe de konuşan Arnavutların kontrolündeki Osmanlı dini külliyelerinden biri Harabati Baba Tekkesi veya Sersem Ali baba Dergahı’nın içindeki o “koltuğa” konulmuş ABD ve Avrupa Birliği bayrakları dikkat çekiciydi! Mihmandarın anlattığı “yıktılar, yaktılar, ahıra çevirdiler” hikâyeleri, bayrakların neden orda olduğunu yeterince açıklıyordu. Hikâyelere tezat, dışarıdaki hemen her şey Osmanlıdan kaldığı gibi ayakta duruyordu!  Yine mihmandarı yalanlarcasına Alaca Camii kapısına asılmış Kalkandelen Müftülüğünden imzalı mühürlü bir bildiride de “her gün devamlı okunan hatme-i şerif 77.yıl” yazıyordu…

Tetova’dan güzergahımız Ohrid Gölüne doğruydu… Arnavutluk, Yunanistan ve Makedonya Cumhuriyeti'nin kesiştiği noktada bulunan Ohrid gölü kıyısında balık yemek, tekne turu ve huzur üç saatlik otobüs yolculuğuna fazlasıyla değdi. Bir de fotoğraflar var elbet, sabitleyip kendimle getirdiğim!



Peki, kongre?

Makedonya South East European Üniversitesi, Kosova AAB Üniversitesi ve KKTC Yakın Doğu Üniversitesi arasında oluşturulacak akademik işbirliği hakkında önümüzdeki hafta yazsam daha iyi olacak.

Sanata yakın kalın…

Saturday, May 21, 2016

Gazi Yüksel, Duvarlar

KIBRIS gazetesi, 2016-05-21, Cumartesi, sayfa:33



Babasının Temel’i; araba çarpması sonucu hastaneye kaldırılır.

Ameliyat olması gerekmektedir. Doktorlar maskelerini takarlar.  Yarı baygın Temel doktorlara bakarak:
-Haçan boşuna takmayun maskeleri, pen sizi taniyirum!


Duvarlarımız

Bu hafta Lefkoşa-Bedesten’de Gazi Yüksel’in; tuval üzerine akrilik tekniği ile yapılmış kırkiki parçadan oluşan ilk kişisel sergisi açıldı.

Yoğun emek, titiz işçilik, çaba, renk kullanımı ve duvarın olumsuz çağrışımına karşın politik söylemlerin karmaşasına teslim olmadan kendi dili ile konuşmuş Gazi Yüksel sergisinde. Kendi resim dilinin yanı sıra kataloğuna yazdığı “Duvar” başlıklı yazısının samimiyetini olduğu şekliyle paylaşmak istedim:

“İnsanın parçalı gereçlerle yapı oluşturma serüveni mağara düzeninden yerleşik topluluklar düzenine geçmesi ile başladı. Bu yeni düzende doğal ya da yapay materyallerle oluşturulan duvarlara koruma misyonunun yanı sıra, saklama, insanları birbirlerinden ayırma ve özgürlükleri kısıtlama misyonları da yüklendi.

Tarihin en ciddi fiziksel yapılarından biri olan Çin Seddi savunma ve koruma, Utanç Duvarı olarak da nitelenen Berlin Duvarı ise insanları ayırma ve özgürlüklerini kısıtlama misyonlarıyla inşa edildi.

Tarihsel süreçte duvar nitelemesi “Ağlama Duvarı” adıyla ruhani dünyanın, “Güvenlik Duvarı” adıyla da internet dünyasının öne çıkan fenomenlerini oluşturdu.

Fiziki bir yapı olan duvar, taş, tuğla ve benzeri materyallerin yan yana, üst üste, birbirlerine yaslanarak ve birbirlerini destekleyerek oluşturduğu bir bütündür.  Bu anlamda, kişisel olduğu kadar toplumsal yapı olarak da insan yaşamını duvarlara benzetmek mümkündür. Öyle ki, dayanışma ve yardımlaşmayla oluşan bu bütünsel yapıda her birim zamanın imbiğinden süzülerek ortaya çıkar. Her varlık farklı özellikleri olan birer duvar örgüsüne sahip olurken benliğinde de yaşanmışlığın özünü taşır.

Duvarlar yaşantılarımızın bekçisidirler. Ancak, böyle olmalarına rağmen birbirine zıt anlamlandırmaların etkisinde kalırlar. İnsanları sevdikleriyle bir arada tutarak koruyup gözettiklerinde sevginin ve mutluluğun, yönetim erkinin psikolojik stratejileriyle halklar arasına örüldüklerinde ise nefret ve üzüntünün simgesi haline gelirler.

Duvar ögesi aynı zamanda modern dünyadaki insan ilişkilerinden kaynaklanan negatif olguların soyut tezahürünü (belirtisini) oluşturur.  Reel dünyada gözle görünmeyen bu duvarlar giderek yalnızlaşan ve yabancılaşan insanın korku, umut ve beklentileri doğrultusunda çevresine ördüğü soyut duvarlardır.

Kısa sürede oluşmayan ama hemen de yıkılmayan bu duvarlar elle tutulur gerçeğin aksine, zorlanması gereken sınırların, sıkışıp kalınan dogmaların da sembolüdürler.  Her soyut duvarın önyargılardan oluşan birbirinden farklı harçları olduğu da unutulmamalıdır.

İşte ben resimlerimde gözle görünmeyen ancak duyumsanabilen bu gerçeği betimlemeye çalıştım. Soyut veya yarı soyut imge ve semboller kullanarak duyguların fenomonolojik karşılığını aradım.”

Yaşamın Kayıtsız Tanıkları: Duvarlar

Gazi Yüksel; açılışta yaptığı konuşmasında özellikle isimlerini andığı hocalarından Mustafa Salim Aktuğ’un sergi hakkında yazdığı yazısını da iznine teşekkürlerimle paylaşıyorum:

“Gazi Yüksel, Kıbrıs’ta gençlik yıllarını gazetecilik ve foto muhabirliğiyle geçirdi. Yaşadığı coğrafya ve günlük hayatla ilgili bir çok olayı, anı fotoğrafladı.  Görünen dünyayla ilgili bu görsel notlamalarını alımlarken, beyinsel bir bütünleşmeyle hareket etmekte olduğu bir gerçek. Zaten zanaatkâr bir ailenin çocuğu olarak yetişmişti ve bunun da avantajı, kendisini mesleğinde her zaman bir adım daha öne çıkarmıştı. Yakın Doğu Üniversitesi’nde  vermiş olduğu “Temel Fotoğrafçılık”, “Basın Fotoğrafçılığı”, “Stüdyo ve Reklam Fotoğrafçılığı” derslerinde öğrencilerin yetişmesine katkı sunarken her zaman yakından takip ettiği resim sanatına yeni kurulan Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Plastik Sanatlar Bölümü’nde başladı.  Fotoğraf sanatındaki sistematik kapsayıcı çalışmalarını resim sanatı üzerinde uygulamalı ve kesintisiz olarak devam ettirdi. Kendince sürdürdüğü uzun çabaların sonunda kişisel resim sergisini oluşturma aşamasına geldi. Belli konular, imgeler ve temalara yöneldi. Onları zamanla yoğurarak önemli aşamalar kat etti. Yüksel’in önceden fotoğraf bilmesinin verdiği avantajla çok iyi bir imge avcısı olduğunu, bunun sonucu, şiirsel bir resim dili sergilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. KKTC Turizm Bakanlığı’nca yayınlanan ‘Fotoğraf Albümleri’,  bölgenin değerlerinin öne çıkarılmasının kanıtı niteliğindedir. Onun bakış açısından bu ülkenin insanı, oluşturduğu kültürü, renkleri, günün ışığıyla kayıt altına alınır. Burada fotoğraf sanatı adına değinmeden geçemeyeceğim 2007 yılında yayınladığı, “Kıbrıs’ta Fotoğraf ve Fotoğrafçılık:1878-2006” adındaki geniş kapsamlı kitabını vurgulamak gerekir.  Topluma verdiği hizmeti kayıt altına alarak gelecek nesillere aktarmak adına Yüksel’in bu kitabı takdire şayan niteliktedir.

Kıbrıs  toplumu  eğitimi, okumayı  seven ve çeşitli  hobilere  yönelim  konusunda  oldukça ilgimi çekmiştir.  Gazi Yüksel, böyle bir toplumun farkındalığını fazlasıyla yaşayan bir kişiliktir. Fakültede arkadaş grubuyla gerçekleştirdikleri “Yüzleşme” sergisiyle (2012), doğa ve çevre felaketlerine dikkat çekmek adına, atık  malzemelerle  büyük  boyutlu  çalışmalar üretmişlerdi.  Gazi, bu sergide farkındalığın en güzel örneklerinden birini,  babasının  biriktirdiği  saatleri  bir  portre haline getirerek sergilemişti.  Çalışmasıyla, geldiği kültürün kökleriyle ve o kültürün  elemanı  olan ailesinin birikimiyle bizi  yüzleştirmişti.  Eserinde  yüzlerce  saatin farklı bölümlerine ait parçaları iç içe bir yığın oluşturarak  zamana karşı direnen doğanın varlığını derin bir kavramsal boyuta taşıdı. Saatlerin üst üste eklemlenerek oluşturduğu bu yapı, çevre felaketlerine karşı zamanla yarışan doğamızı koruma adına, saatlerin geçişini izleyende duyumsatmıştı.  Olağanüstü  teknik  bir mükemmellikle yapılmış  bu eser  bir çok şeyin de cevabı niteliğindeydi.  Gazi,  saatleri  birbirine  eklemleyerek oluşturduğu yapıda yitip giden doğaya karşı temsili bir sesin varlığını heykel boyutuna taşımıştı.

Gazi Yüksel, fotoğrafla gerçekleştirdiği görsel notları, resim ve heykel dünyasının yeni aktarım olanaklarıyla çeşitlendirme yoluna böylece girmiş oldu. Takip eden yıllar, onu resimlerinde  tematik çalışma  yoluna  sevk  etti.  Kıbrıs’taki  duvarların  sessiz renkliliği, dünyaya açılan kapılarındaki motifler, insanların günlük hayatlarındaki duruş ve davranışları onun resimlerinde yerlerini aldı. Akrilik  boyayı daha çok tercih  etti.  Bu seçim,  konuları resmederken düşündüğü  biçimi  hızlı kuruyan  bir  boyayla  sonuçlandırmak  istemesinden kaynaklanmaktadır.

Duvarlar insanları birbirinden ayıran, çevreyi sınırlayan, kapatan yapı elemanlarıdır. Duvarlar,  bizi çevreleyen  duyarsız  koruculardır aynı zamanda. Duvar ve inşa sureti duvarlaşmış, duyarlılığı kalmamış  insanlara  göndermelerde bulunur.  Bazen  de  bu  durumu ters yüz etmenin arayışı içerisindedir sanatçı.  Parçacıklarla renklendirilmiş duvarlar, şeffaf duvarlar,  onların  renkleriyle  iç içe  geçmiş insan suretleri bunun en güzel  temsili  örnekleridir.

Duvarlar yaşamın kayıtsız tanıklarıdır. Dünü, bugünü yaşayıp yarına taşıyacaklardır kuşkusuz.  Ama onlar bu tanıklığın farkında mı ?  Duvar gibi bir tanıklık onlarınkisi. İnsanca yaşamın ve belli bir dönemin duyarlı tanıklarıdır. Yaşayan nefes alıp verendir. Onları yaşadıklarıyla, yiyip içtikleriyle, giyip kuşattıklarıyla, çevreleriyle sadece yansıtmak yeterli değildir. Yaşamanın anlamına dair, geleceğe dair derinlikleri de göstermek şarttır. Burada yaşamın birikimlerinin oluşturduğu simgeler, devreye girmeye başlıyor. Bu çalışmalarda, örneğin, salyangoz şeklinden hareketle oluşturulan spiraller, sonsuzluğun simgesi olarak yer almaktadır.

Gazi’nin resimlerinde insan maskları adeta duvar sessizliğinin vurdumduymazlığını dışa vururlar.  Masklar  kadın-erkek  gibi  bir cinsiyet  farkını içermezler. Onlarla gösterilmek istenilen  tam  anlamıyla  insandır  ve  insanlık  halleridir.

İnsan maskelerinin soğuk-durağan ifadelerinin karşısında yer alan renkli tuğlalarla örülü kuş siluetlerini görmekteyiz. Burada daha bir şenlikli dünyanın varlığına varıyoruz. Kırlangıç suretleriyle duvarların yıkılması, aşılması ve özgürlüğe doğru kanatlanıp uçmak anlatılır.

Gazi Yüksel’in resimlerinde Kıbrıs’ın duvarlarını dışarıya açan kapılarda yer alan metal süslemelerdeki motiflerle de sıklıkla karşılaşırız. Bunların yanı sıra düşen hilaller, medoş lalesinin soyutlamaları, temel geometrik formlar (kare-dikdörtgen-daire) resimlerinde istiflenmektedir. Kullanılan geometrik formlar ve renklerle zihinsel derinliklerde geziye çıkmamızı sağlayan sanatçı, metafizik ağırlıklı sürrealist dünyalarla da bizi sıkça yüzleştirmektedir.

Birçok filme, müzik eserine, şiire, resme, mimariye asıl konu olan “duvar” konusunda yapılan çalışmalara Gazi Yüksel’in bu sergisi önemli bir katkı niteliğindedir.  Gazi’nin ustaca biçimlendirdiği resim tekniğiyle, dikkat çekici uygulamalarıyla ve değindiği konularla, “Kıbrıs Resim Sanatına” sağlam adımlarla geldiğine sevinerek tanık olmaktayız.”

Maske takan doktorların niyeti belli Temel’e karşı!  Ama duvarların anlamı, hangi tarafında durduğunuza göre değişir…

Sanata yakın kalın…


Saturday, May 14, 2016

Hocam, sergi, davetler

KIBRIS gazetesi, 2016-05-14, Cumartesi, sayfa:35



Geçen hafta büyük bir laf et deyince “fil” cevabı veren bizim Temel vardı ya işte o, babasını üzmemiş!  Büyümüş, akıllı adam olmuş, hatta zengin bile olmuş. Sonra bir gün, iş dönüşü kuşçuya gitmiş!

Hemen dükkanın girişindeki bordo renkli papağanı göstererek satış elemanına sorar:
-Haçan bu papağanun fiyatı nedur?
Satış elemanı kestirmeden düz bir rakam söyler:
-1.000-TL efendim!
-Temel: Neye göre habuna o rakami söyledun uşağum, pahali celdi bana!
Satış elemanı günün yorgunluğu ile kargaların altını temizlerken:
-Efendim o papağan 100 Türkçe kelime ile konuşabiliyor!

Temel, bu papağanı üçyüz kelime ile günlük hayatını sürdüren hem türleri ile karşılaştırınca şaşırır. Başını kaşır, geçer hemen birincinin yanındaki mavi papağan ile ilgilenmeye başlar. Sorar:
-Bana habunun fiyatini de pakayim uşağum!
-2.000-TL efendim
-Anlamak isteyirum niye o fiyati dedun?
Satış elemanı bu sefer elindeki işi bırakır Temel ile ilgilenmeye başlar:
-Efendim; bu papağan deminkinden farklı olarak aynı kelimeler ile hem Türkçe hem de İngilizce konuşabiliyor!

Bu cevap karşısında akşam akşam kafası iyice karışan Temel, merakla onun yanındaki, daha albenili görünen kırmızı renkli papağanı işaret ederek sorar:
-Peki bunun fiyatı nedur da?
Satış elemanı sakın, geçiyor üçüncü kafesteki papağanın yanına:
-4.000-TL efendim!  Neden diye siz sormadan ben hemen söyleyeyim. Bu papağan diğerlerinin konuştuğu kelimeleri her dilde konuşabiliyor!

Temel; bozuntuya vermeden dükkanda biraz daha bakındıktan sonra öyle arkada bir yerde tenhada asılı duran kafesin içindeki albenisi sıfır, hatta tüyleri biraz dökülmüş beyaz papağanı görür ve satıcıya sorar:
-Bunun fiyatı nedur?
-10.000-TL efendim!
Cevap karşısında afallayan Temel; kuşlar ve insanlar hakkında bildiklerini tümden unutmak ister! Dayanamaz yine de sorar:
-Haçan niye?
Tam da bu soruyu bekleyen satış elemanı hafiften tebessüm ederek bir taraftan kafese yem atar, diğer taraftan da Temel’e cevap:
-Valla efendim, bu pek konuşmaz ama, daha önce sorduğunuz o üç papağan vardı ya…
-Eee ne ilgisi var ki onlar ile demiş Temel. 
Satış elemanı:
-Efendim, işte onlar buna "hocam" diyorlar!

...
Nazan Sönmez sergisi

Yazının bundan sonraki kısmına “hocalık güzel bir şey, kendumden biliyurum” diye devam etmek olmaz.

Hacettepe Üniversitesinde aynı yıllarda göreve başladığımız; Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesini kurarken adını dosyada kullandığım dört kişiden biri olan, gerek Hacettepe’de gerekse burada çalışırken hep desteğini gördüğüm değerli akademisyen Nazan Sönmez, Ankara’da faaliyet gösteren Peker Sanat Evi’nde açılan ve 19 Mayıs’a kadar izlenebilecek sergisi ile sayfamın konuğu bu hafta…

Sergide sanatçının bir kısmı eski dönemlerine ait, akrilik ve yağlıboya tekniği ile yapılmış, değişik boyutlarda toplam 46 adet yapıtı sergilenmektedir bilgisi de gerekli diye düşündüm…

Önce çok kısa bir özgeçmiş paylaşalım:

Sanatçı Nazan Sönmez 1949 yılında Diyarbakır’da doğdu. 1967'de girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde Nurullah Berk ve Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyelerinde öğrenim gördü. 1972 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi'nden mezun oldu. 1976-78 yılları arasında Elazığ'da resim öğretmeni olarak çalıştıktan sonra Ankara'ya yerleşerek, resim çalışmalarını serbest olarak sürdürdü. 1985 yılında Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Plastik Sanatlar Biriminde okutman olarak çalışmaya başladı. 1987'de aynı Fakültenin Seramik Bölümüne öğretim görevlisi olarak atandı. 1992 yılında "Doğa İzlenimlerinden Plastik Dile" isimli çalışmasını tamamlayarak Sanatta Yeterlik unvanını aldı. 2002 yılında Doçent, 2007 yılında da Profesör oldu. Birçok yarışmalı ve karma sergiye katılan,  ondokuz kişisel sergi açan sanatçının yapıtları özel ve resmi koleksiyonlarda yer almaktadır. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği, Akademi Mezunları Derneği, Sanat Eğitimcileri Derneği ve Plastik Sanatlar Derneği üyesi olan sanatçı halen HÜ. GSF. Seramik Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır.

Bosphorus Sanat Gazetesi'nin Mayıs sayısında Hatice Kumbaracı Gürsöz’ün Ressam Nazan Sönmez için yazdığı yazıyı izinleriyle ve biraz kısaltarak paylaşıyorum:

“Sanatçının özgeçmişi onun çok iyi yetişmiş bir ressam ve değerli bir eğitmen olduğunu anlatıyor. Çağdaş soyut resmin önemli bir temsilcisi olan Nazan, doğa ressamı olarak yorumlanıyor. Sanatçı, bence doğadaki insana daha yakın olup kolay yorumlanabilen; kır çiçekleri, güller ve lalelerden ziyade, hayatın zorlukları gibi tuttuğunda eline batabilen, kokusu olmayan dikenli çiçekleri seçmiş. Yaşam nasıl bir mücadele gerektiriyor ise sanatçı da eserlerinde tabiatta yaşamı zor ama ömrü uzun olan çiçekleri tercih etmiş. Eserlerindeki yorum, renk ve leke kompozisyonunu zaman zaman sert konturlar içinde harmanlaması, pastel renklerin meydana getirdiği bir bütünlükle izleyiciye sunuyor. Sanatçının eserlerindeki bu ifadelerde duygusallığın gizemi, tabiatın gizli kalmış acı görüntüleriyle yoğruluyor. 

Her sanatçıda olduğu gibi, Nazan’ın eserlerinde de doğduğu kent Diyarbakır’ın ve yaşamının özgün ifadesini görebiliriz. Anadolu’daki ağaçları, oraya has fayton arabaları, zaman zaman tabiatta görülebilen “sarı sıcağı” tablolarına yansıtmıştır. 

Nazan Sönmez zor bir yolu seçmiş. İyi bir eğitimciliğinin yanı sıra, uluslararası sanat kimliğini korumayı başarmış ender sanatçılarımızdandır. Eserlerindeki pastel renklerin duygusallığında, tabiatın zorluğunu adeta empresyonist renklerle harmanlayarak doğadaki nesneleri size sunuyor. Bitmemişlik hissi veren eserleri, hayatın zorluğunu aşabilme mücadelesini onun dikenlerinin çiçek açışında görüyorsunuz. 

Sanatçının ne kadar geniş düşünebildiğini, her zorluğun üstesinden bir kaç fırça darbesiyle gelebildiğini, ihtirasın rengi olan “mor”un fırçanın tuşları ile size nasıl bir pembe dünyaya dönüştürdüğünü görüyoruz. Aynı konuyu defalarca işlemesine rağmen, renk kombinasyonundaki değişimle size farklı oluşumlar sunuyor. Soyut sanatın keskin hatları Nazan’ın eserlerinde renk ve leke kompozisyonu ile empresyonist bir ifadeye bürünüyor. 

Bedri Rahmi Eyüboğlu “Resimde en önemli şey, renk, leke ve benek” derdi. Ben de zaman zaman misafir olarak Bedri Rahmi atölyesine giderdim. Bu sözler oradan kulağımda kalmış. Nazan’ın eserlerine baktığımızda Bedri Rahmi Atölyesi’nden geldiğini fazlasıyla hissedersiniz. Sanatçı “soyut dışavurumcu” diye ifade edilirken, ekspresyonizmin çarpıcı renklerini kullanmaktansa, pastel tonlardaki kompozisyonların meydana getirdiği konuları izleyicilerine sunmuştur. Onun eserlerini izlerken doğa kompozisyonlarında siz de kendinize çok yakın şeyler bulacaksınız. 

Sanatçı arkadaşıma bu zor sanat yolunda başarılar dilerim. Eminim bizi daha çok güzel eserleri ile buluşturacak.”

Bedri Rahmi atölyesinin yetiştirdiği, Başkent Ankara’nın yakından tanıdığı, ‘doğa yorumcusu’ Nazan Sönmez’in sergisine ilişkin paylaşımım şimdilik bu kadar.  Eğitimciliği, yetiştirdiği öğrenciler ve kişiliği ile örnek bir sanatçı ve akademisyen olarak bilinen Nazan Sönmez’i kurucular listesinde yer aldığı fakültemize katkılarından dolayı da teşekkür ve saygı ile anmak istedim. Sergi de bunun bahanesi oldu!


Afrodit
Akademiada’nın Afrodit heykeli henüz ziyaretçi kabulüne başlamadı!  Tamamlanıp uygun yerine dikildiğinde; üç metre boyundaki büyüklüğü ve araştırmalarımıza göre adada yapılmış ilk çağdaş Afrodit heykeli olacak!

...
Davetler
Bu hafta aldığım bir mektupta; İstanbul’dan bir üniversitenin çıkaracağı dergide “Uluslararası Bilim Kurulu Üyeliği” yapmamdan onur duyacaklarını söylüyorlardı…

Yine bu hafta aldığım ikinci mektupta ise; İzmir’de Ekim 2016’da düzenlenecek 16. Genç Beyin Fırtınası ve Uluslararası Grafik Sempozyumu’nun Bilim Kurulu’nda yer almamdan çok mutlu olacaklarını söylüyorlardı...

Makedonya’nın başkenti Üsküp’te 26-28 May 2016 tarihleri arasında South East European University’de gerçekleştirilecek olan beşinci Dünya Sanat ve Tasarım Konferansı’na (WCDAE 2016) konuşmacı olarak davet edilmem de var…


Bir öğrencim; “hocam, yaş elli beş yolun yarısı eder” dedi!

Sanata yakın kalın…

Saturday, May 7, 2016

Durum, kırık cam

KIBRIS gazetesi, 2016-05-07, Cumartesi, sayfa:40



Misafirlerine, oğlu Temel'in büyüyüp akıllandığını kanıtlamak isteyen babası:
-“Uşağum Temel, gel haburaya pakayim” demiş.

Temel utangaç, babasına doğru yanaşmış. Bu sırada hava atmaya meraklı babası konuşmaya devam etmiş, misafirlere bakıp kasılarak:

-“Hadi emicelerune püyük bi laf et da, senin ne kadar akillanduğuni cörsunler.”

O da ne, küçük Temel’in cevabı tek kelime:
-“Fil.”
...

Önümde yazmam gerekli üç yazı olmakla beraber, yukarıdaki fıkrayı saymazsak bu hafta iki farklı konu paylaşacağım.

Birinci konu; KIBRIS gazetesinde;  2016/02/27 cumartesi günü, sayfa 29’da “Kapatmak, yapmak, okumak” başlıklı yazımda sözünü ettiğim “Endüstri Ürünleri Tasarımında Biçime Ulaşmak” adlı kitabın yazarı Mehmet Naci Dedeal’ın sayfasından: http://mnaci.blogspot.com.tr/

Arkadaşımın verdiği izne teşekkürlerimle, virgülüne dokunmadan aktarıyorum:

Sanatın içine etmek mümkündür..)

Sanatı ve sanatçıyı yok etmek mi istiyorsunuz? Yok edilmiş kadar değersizleştirmek yada görünmez hale getirmek mi istiyorsunuz? Size uygulanan yöntemi anlatayım..

Bir güç değeriniz varsa onu tanımladığınız birimin sayısını çoğaltırsınız.
Değer aynı iken birim sayısı çoğalınca doğal olarak gücü temsil eden birim gücü değersizleştirir..
Konu sanatsa bu nasıl olacak.?

çok kolay
Sanatı güç ve değer olarak görüyorsak sanatçı sayısını çoğaltırız..

olmuyor mu?
Zor tabi.. Çünkü sanat, yoğun ve denetimsiz akan kocaman bir ırmakta doğru yerde toplaşan mineraller gibidir.

Kısa ömürlü insanoğlu bu evrimde genlerini o kadar kolay bir şekilde bir vücutta toplayamıyor.
Toplansa da farkına varılamıyor.
Farkına varılsa da eğitilemiyor.
Eğitilse de zaman denen boşlukta yolunu bulamıyor.
Yolunu bulsa da sonuca menzile gitmeye gücü yetmiyor.
Gücü yetse de kendini anlatamayabiliyor.
Kendini anlatsa da sağır kalabalıkların içinde sesini duyan çıkmayabiliyor.

Kalabalıklar ah o kalabalıklar..
işte sanat düşmanlarının elindeki koz, sayısal çokluk.. yani kalabalık.
Madem sanatçının sayısı çoğaltılamıyoruz zaten çok olanların yapabileceklerini sanat olarak tanımlayalım diyor bu sanat katilleri.

Hazır kalabalıklara ulaşma teknolojimiz ve bu kalabalıkları yönetme-yöneltme için elde "sosyal " medyamız da var.

Sanat dili zor geliyorsa kolay olanı dil, yapılanı da sanat gibi tarif ederek kurbağayı soğuktan başlayarak sonra yavaşça ısıtarak pişirmek gibi yapalım dediler ve yaptılar.

Sanatta asıl olana "geleneksel sanat" diyerek ötekileştirme uzaklaştırma ile kenara itelemeye başladılar. Yerine koymaya çalıştıklarına da "çağdaş modern" süslemesi ile "yerleştirme ya da enstalasyon " dedikleri bir ilkel homurtu uydurdular.

ilkel mi? evet öyle olmak zorunda.
Çünkü kalabalıklar yapabilmeli. Ortak payda da basit ritim ve ilkellik maalesef.

Malzemesi de bol. Adına çoklu ortam yani multimedya diyoruz.. Ses, müzik, resim, illüstrasyon, yazı, film, animasyon, fotoğraf ve yeni teknoloji ürünü bir çok iletişim öğesini bir kazana atıyorsunuz. İyice karıştırıp bir süre ılık ateşte pişiriyor sonra demlensin diye bekletiyorsunuz. Tüm medya öğeleri renklerinden biraz diğerine ekliyor. Az biraz da siz entel dantel söyleşmelerle süsleyip bienallerde, çalıştaylarda basının bol olduğu sunum alanlarında anlamını kendinizin de bilmediği bir kaç sözcüğü arkasına art yada sanat ekleyerek yediriyorsunuz.

Çevrenizde çocuğunuz, eşiniz, arkadaşınız, dostunuz yani ulaşabildiğiniz akıl verebildiğiniz birileri bu modern süslemeli güya "sanat" ile uğraşıyorsa uyarın, uzak dursun, kendine doğru dürüst bir iş bulsun ya da hobi falan edinsin. Özellikle de yakın zamanlarda iyice zengin eğlencesine dönen bu aktiviteler üniversitelere de girmiş halde ve çoğu da görsel iletişim olarak pazarlanıyor.

Cüzdanı kabarık olanın sorunu olmaz tabi. Ama bu işi geleceğe yatırım diye yapacak hataya düşen orta hallinin geleceği sadece açlık. Zamana eziyetten başka bir şey değil.

Aman efendim batı bunu taaa 80 ler den bu yana yapıyor falan demeyin. Sanatın düşmanları zaten batıda.

Durum böyleyken böyle..

Kırık cam teorisi!

Bu durumdan ikinci yazıya geçiş yapmak için başka bir “aracı” kullanmadan, kısa bir nottan sonra, doğrudan başlayalım aktarmaya!

“Kırık cam teorisi” diye açık bilgi kaynaklarına sordum.. 0.43 saniye içinde yaklaşık 120,000 sonuç bulundu. Ancak ilk sayfadaki dokuz bağlantıyı açtığımda hepsinin de aynı bilgiyi sanal dünyalarında tuttuğunu gördüm.  Aralarında çok az farklılık vardı. Yalnızca biri, diğerini “kaynak gösterme gereği duydum” diyerek ismiyle anmıştı.  Ben de o kaynağa gittim ve incelediğimde sayfada oldukça küçük puntolarla yazılmış şu not ile karşılaştım: “… alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.”

2012/04/26/ tarihli bu yazıya tam “link” verecektim ki ondan önce konunun Jandarma Dergisi sayı:111, eylül 2006, sayfa: 26’da yayınlanmış olduğuna ulaştım… Oradan devam edelim konumuza.
Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın" sorusuna New York'un efsane Belediye Başkanı Giuliani'nin cevabı şöyle olmuş..

"Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim.

Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir.

Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."

Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor.

Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş.

Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bile yakalayıp haklarında işlem yapmış.

Polis bu kararlılığıyla "küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz" demiş.

Bu teoriye dayanarak, en küçük sorunlara ve kural ihlallerine öncelik vererek çok daha büyük sorunların çözülebileceğini öngören yetkililer, sonraki 20 yılda New York gibi kimi büyük şehirlerde suç oranının sıfıra yakın bir seviyeye inmesini sağlarlar.

'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alan James Q. Wilson ve George Kelling  adlı teorisyenler tarafından 1980’lerin başında geliştirilmiştir.

Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model Oldsmobile bırakır.

Araçların plakası yoktur ve kaputları aralıktır. Ekip, olup bitenleri gizli kamerayla izler.
Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalanır...
Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmaz.

Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırar. Daha ilk darbe indirilmiştir ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil olur.
Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmiştir.

"Demek ki " der Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidiş engellenemez."

Kırık Camlar Teorisi, iş yaşamımızda da bir çok büyük soruna çözüm oluşturabilir. "Kırık Camlar, Başarısız İşler" kitabının yazarı Michael Levine, iş dünyasında kırık camları "güzel bir mağazanın boyası çıkmış duvarı, ya da bir müşteri hizmetleri telefon görüşmesinde yirmi dakika boyunca tekrarlayan bir müzikle bekletildikten sonra hattın kesilmesidir" diye özetler.

Kendi işinizde ya da çalıştığınız şirkette, “bildiğiniz” ancak görmezden geldiğiniz sorunları hızla çözmezseniz, benzeri hataların tekrarlanmasını ve daha büyük sorunların oluşmasını önleyemezsiniz.
Şimdi; sanata “hakkını” veren ilk yazıdan sonra bu konuyu niye paylaştım?

“Park Yapılmaz” trafik tabelası yanında sıra sıra arabaların park etmiş olması örneği; belki bu paylaşımın nedenine bir açıklama olabilir...

Hayatın içinde olun, sanata yakın kalın…

Saturday, April 30, 2016

Sergiler, öğretenler, öğrenenler

KIBRIS gazetesi, 2016-04-30, Cumartesi, sayfa:40



İş Sanat Kibele Galerisi’nde açılan "Sanat Üretenler - Sanat Öğretenler" seçkisinde benim de bir çalışmam yer aldığı için; hafta başında İstanbul’a, sergi açılışına gitmeyi tercih ettim!  25 Nisan tarihinde açılan ve birinci seçkide olduğu gibi yine iki ay sürecek sergi; 1970 sonrası kurulan sanat eğitimi bölümlerinde, güzel sanatlar enstitü ve fakültelerinde hocalık yapmış, aktif sanat yaşamıyla ülke sanatında belli bir yer edinmiş eğitimci sanatçıları ele alıyor.

İş Sanat Kibele Galerisi'nin 2015-2016 sezonunda; Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversitelerinde yetişmiş, bu üniversitelerde, güzel sanatlar ve eğitim fakültelerinde hocalık yapmış ve çok sayıda sanatçının yetişmesine katkı sağlamış, kendi sanatsal üretimlerini de belli bir devamlılıkla sürdüren, aktif sanat yaşamı olan değerli sanatçıların eserlerinin yer alacağı karma bir sergi projesi yapılmasına karar verilir. 1932-1990 yılları arasında kurulmuş güzel sanatlar ve sanat eğitimi enstitü, fakülte ve akademilerinde görev yapmış ressam-eğitimci kuşaklarının kapsanacağı sergiyi küratör vasfıyla Deniz Erbaş hazırlamış.

Sanat tarihi açısından önemli bir seçki sunan projenin kronolojik olarak iki sergiye yayılması öngörülür. Birinci sergi 9 Şubat - 9 Nisan 2016 tarihlerinde gerçekleştirilir. Tarihsel olarak Gazi Eğitim'in ilk hocalarından 1970 kuşağına kadar gelir ve bu sergide yaklaşık 70 civarında sanatçı hocamız yer alır. Bu ilk sergide yer alan sanatçı hocalarımız şunlardır: Abdullah Demir, Adem Genç, Adnan Turani, Ahmet Özol, Ali Candaş, Ali İsmail Türemen, Atilla Atar, Bahattin Odabaşı, Balkan Naci İslimyeli, Basri Esmer, Bedri Karayağmurlar, Bekir Sami Çimen, Bilal Erdoğan, Cavit Atmaca, Cevat Demir, Cuma Ocaklı, Ergin İnan, Erol Eti, Erol Özden, Fahri Sümer, Ferit Apa, Fevzi Karakoç, Fevzi Saydam, Fikri Cantürk, Filiz Başaran, Gören Bulut, Halil Akdeniz, Hamza İnanç, Hasan Akın, Hasan Kavruk, Hasan Pekmezci, Hasan Rastgeldi, Hayati Misman, Hüsamettin Koçan, Hüseyin Bilgin, İhsan Çakıcı, İsmail Avcı, İsmail Hakkı Demirtaş, Kadir Ata, Kadri Özayten, Kayıhan Keskinok, Kemal Gürbüz, Malik Aksel, Mehmet Özer, Mehmet Özet, Mustafa Aslıer, Mustafa Ayaz, Mustafa Pilevneli, Mürşide İçmeli, Nazan Sönmez, Nevide Gökaydın, Nevzat Akoral, Nihat Kahraman, Numan Arslan, Oya Kınıklı, Ramiz Aydın, Refik Epikman, Sabri Akça, Söbütay Özer, Süleyman S. Tekcan, Şeref Bigalı, Turan Erol, Umur Türker, Veli Sapaz, Veysel Erüstün, Veysel Günay, Zafer Gençaydın, Zahit Büyükişleyen, Zeki Şahin.

Bu projenin ikinci sergisi ise ilk serginin kaldığı yerden devam ile; 1970'lerden başlayıp 1990 yılına kadar lisanstan mezun olup, hem akademik kariyerine devam etmiş, hem de sanat üretimine düzenli olarak devam ederek sanatsal etkinliklerde varlık göstermiş, akademisyenliğinin yanında istikrarlı sanatçı kimliği de oluşturmuş eğitimci sanatçıları kapsıyor. Kapsamı gereği her sanatçıdan tek bir eser alınan sergilerin her ikisi için de birer katalog basılmış.

Güler Akalan, Zeliha Akçaoğlu, Şeniz Aksoy, Turan Aksoy, Enis Aktaş, Mustafa Salim Aktuğ, Uğurcan Akyüz, H. Esat Arpacı, Canan Atalay Aktuğ, İsmail Ateş, Sevgi Avcı, Bünyamin Balamir, Erol Batırbek, Hatice Bengisu, Dilek Bilhan,  Erol Bulut, Ümran Bulut, Füsun Çağlayan, İsmet Çavuşoğlu, Hayati Çetin, Hüseyin Demir, Pesent Doğan, İhsan Doğrusöz, Hüsnü Dokak, Yıldız Doyran, Saime Dönmezer, Mahmut Durmuş, Hüseyin Elmas, Turan Enginoğlu, Merih Ercan, Gonca Erim, Aziz Erkan, Hayri Esmer, Mehmet Fırıncı, Mürteza Fidan, Nur Hakime Gökbulut, Meltem Gökmen, Hamdi Gökova, Birsen Gültekin, Himmet Gümrah, Nuray Gümüştekin, Sema Ilgaz Temel, Gonca İlbeyi Demir, İsmail İlhan, Atilla İlkyaz, Hülya İz Bölükoğlu, Metin Erkan Kafkas, Devabil Kara, Nurdan Karasu Gökçe, Mustafa Karyağdı, Tuncay Keçelioğlu, Erol Kılıç, Kerim Kılıçarslan, Feyzi Korur, Cüneyt Kurt, Seher Kurt, Ünal Kuş, Veli Mert, Zafer Mintaş, Mustafa Okan, Hakan Onur, Cebrail Ötgün, Murat Özdemir, Erkan Özdilek, Ferhat Özgür, Rasim Özgür, Yakup Öztuna, Mahmut Öztürk, Hasip Pektaş, Cengiz Savaş, Sevgi Soylu Koyuncu, Hüseyin Sönmez,  Adnan Tepecik, Muzaffer Tire, Ilgaz Topçuoğlu, Nurseren Tor, Arif Ziya Tunç, Tansel Türkdoğan, Halil Türker, Leyla Varlık Şentürk, Adnan Yalım, Erol Yıldır, Vural Yıldırım, Mehmet Yılmaz, Ayşe Yüce Sağlam

"Sanat Üretenler-Sanat Öğretenler" seçkisinin, benim de katıldığım ikinci sergisinde pentürden özgün baskıya uzanan, farklı medyum ve teknikleri kapsayan resim ve yüzey sanatı eserleri yer alıyor.

Yazıya; yine Deniz Erbaş’dan kolajlarla devam edelim:
Sergi, yaygınlığı ve sayısı artan yükseköğretim kurumları bünyesindeki sanat eğitimine ve güzel sanatlar bölümlerindeki eğitimci sanatçıların üretimlerine toplu bir bakış sunuyor. Dokuz Eylül, Hacettepe, Anadolu Üniversitesi gibi belli bir geleneğin üzerinden yükselen yükseköğretim kurumları ile son otuz yıllık süreçte akademik kimliğini oluşturan fakülte ve bölümler bir arada sunuluyor. Böylece İzmir'den Adana'ya, Bolu'dan Maraş'a, Bursa'dan Hatay'a, Eskişehir'den Konya'ya, Ankara'dan Samsun'a, Mersin'den Kayseri'ye uzanarak Türkiye genelindeki sanat eğitimi ve üretimini aynı çatı altında topluyor.

Yükseköğretim kapsamında yürüyen sanat eğitimi, gençlere kültürel mirası aktarma ve onları kendi sanat üretim yollarını çeşitlendirerek geliştirmelerini sağlayacak teknik ve teorik bilgi ve beceriyle donatma şeklinde özetlenebilir. Bu anlamda sanat eğitimi, hem kendi çağının sanatsal ve estetik parametrelerini geliştirerek yeniden üretir hem de sanatçı adaylarını, kendi potansiyellerini ve özgün yaratıcılıklarını ortaya koyacakları, özgün üsluplarını geliştirecekleri araçlarla donatır.

Eğitimci sanatçılar, bir yandan üniversitelerin sanat alanındaki akademik kimliklerinin ve sanat eğitimi geleneğinin altyapısını oluştururken, bir yandan da bu kentlerdeki sanatsal üretim ve etkinlikleri artırarak çeşitlendirmektedir. Böylece Türkiye'nin birçok kentinde hem sanatın toplumla buluşma kanallarını çoğaltmakta, hem de bu kentleri ulusal ve uluslararası düzlemlerde sanat yoluyla temsil etmektedirler.

“Sanat Üretenler - Sanat Öğretenler” seçkisi, 1970-1990 kuşağı eğitimci sanatçıların çalışma, üretim ve birikimlerini ele alan bir proje olarak, bu ikinci sergisiyle son buluyor.

İş Bankası Koleksiyonunun yakın bir zamanda KKTC’de sergilendiğini görmek; TC. Merkez Bankası Koleksiyonuna ev sahipliği yapmış olan bizleri, kuşkusuz çok mutlu edecektir.

“Genç Sanatçılar Resim Yarışması”
KKTC Kültür Dairesi’nin bu yıl sekizincisini düzenlediği Genç Sanatçılar Resim Yarışmasında; İnci Kansu, Emel Samioğlu ve Güner Pir’den oluşan jüri tarafından yapılan seçmeler sonucunda ödüle layık görülen eserlerle birlikte, 25 katılımcının toplam 68 eseri sergilemeye değer bulunmuş.

Bu yıl, ilk defa dijital bir baskıya ödül verilmiş. Sergide dijital çalışmaların önemli bir yer tutması da jürinin geleneksel olan kadar, çağdaş teknolojinin sanatta kullanımına sıcak bakması açısından hayli olumlu bir gelişme olarak da değerlendirilebilir. Deneyimli jüriyi kutlamak gerek.

Seçici kurulun gerçekleştirdiği değerlendirmeler sonucunda beş ödülün dördü şöyle dağıtılır:
Başarı Ödülü: Raif Kızıl, “İçimdeki Çığlık-I”
Başarı Ödülü: Mehmet Sariler, “Horoz Dövüşü-III”
Mansiyon Ödülü: Tamer Ekendal, “I”
Jüri Özel Ödülü: Rahme Manastırlı, “Göç-IV”

Ödül alan bu dört genç sanatçı; Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi lisans ve lisansüstü öğrencileridir…

Ödül alan eserler dışındaki eserleri sergilemeye değer görülen YDÜ GSTF mezunu ya da halen öğrencisi olanlar:  Bekir Ruso, Deren Kalfaoğlu, Dicle Özlüses, Fatma N. Özoğul, Hakan Rüşlü, Hascan İleri, Kemal Borak, Kemal B. Caymaz, Necla Ecem Özoğul, Neriman Şaban 68 çalışmadan 41’inin sahipleri idiler!

Öğrt.Gör. Hasan Zeybek yarışmaya ilişkin şöyle bir açıklamada bulundu: “Katılımcı veya eser sayısındaki değişkenlik değil de, bu yıl çağdaş resimleme yöntemleri ve tekniklerinin kullanımını teşvik edeci bir değerlendirme yapılmış olması, gelecek yıllar için gençlere ışık tutacağa benziyor. Sergi düzeni mutlaka daha iyi olabilirdi, ama yarışmanın sürekliliğini sağlayan ve emek veren Kültür Dairesi çalışanlarına teşekkür borçluyuz.  Bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi, Genç Sanatçılar Resim Yarışmasına katılan, ödül alan veya çalışmaları sergilenen tüm öğrencilerimizi, arkadaşlarımızı yürekten kutlarım.”

“AKADEMİADA-7” devam ediyor
Marka değeri ve tanınırlığı açısından KKTC sınırları içinde gerçekleştirilen en önemli sanat etkinliklerinden biri olan Akademiada’nın yedincisi “YDÜ Akademiada-7 Uluslararası Sanat Akademisi”, 25 Nisan’da başladı ve 3 Mayıs’a kadar devam edecek. Akademiada-7 sırasında ortaya çıkan çalışmalar 3 Mayıs Salı günü saat 11:00’de YDÜ Büyük Kütüphane Fuaye salonunda sergilenecek.

Akademiada-7, katılımcılarından 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanatta Yeterlik öğrencilerinden Güler Oğuz “daha önce sosyal medyadan ve arkadaşlarımızdan duyduğumuz Akademiada’ya biraz merak, biraz da hocam Füsun Uludinç Çövenoğl’nun teşviki ile katıldım. İyi ki de gelmişim, çok güzel deneyimler kazandık, paylaşımlar yaşadık. KKTC’yi gezdik, gördük. Bize ev sahipliği yapan Üniversitenize ve emek veren herkese teşekkür ederim” dedi.

“11’iz” sergisi
Lefkoşa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü öğrencileri Burcu Kurtcebe, Yağış Keskinel, İzel Hastunç, Yaşar Yüceöz, Zalihe Düzey, Zülal Beserler, Mert Arık, Salih Kayataş, Hande Bayar, Kardelen Keskinel, Erdoğan Taşkurt’un; branş öğretmenleri Ceylan Dimililer ve Ruzen Atakan’ın önderliğinde gerçekleştirdikleri mezuniyet sergileri “11’iz”; öğrenmenin resmedilmiş haliyle görülmeye değer bir sergiydi. Gençler kendilerinin yetişmesine katkı koyan herkese müteşekkir idiler, bizlere de onları kutlamak kalıyor.

Sanatın içinde olun, sanata yakın kalın…

Saturday, April 23, 2016

Saraybosna Sergisi, Akademiada

KIBRIS gazetesi, 2016-04-23, Cumartesi, sayfa:31



Geçen hafta ‘yazacağım’ dediğim konuları aşağıya doğru erteleyerek, bu haftaki yazıda önceliği çocuklara verelim! Çünkü, bugün 23 Nisan!

Biz dünyaya gelmeden
Her yeri düşman almış.
Atatürk düşmanları,
Yurdumuzdan çıkarmış.

23 Nisan günü
Meclis kuruldu diye,
Büyük bayram verilmiş
Çocuklara hediye.

Gülelim eğlenelim,
Kutlayalım bayramı
Verelim hep el ele
Yükseltelim vatanı.

Melahat Uğurkan’ın çocuksu bir dille yazılmış 23 NİSAN şiirinden sonra şöyle bir açıklamayı paylaşmak da iyi olur diye düşündüm: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ɑçılmɑsı ile millet egemenliği resmen hɑyɑtɑ geçirilmiş, bu önemli gün Atatürk tɑrɑfındɑn millet egemenliğini sonsuzɑ kɑdɑr koruyɑcɑk olɑn çocuklɑrɑ ɑrmɑğɑn edilmiştir. Meclisin ɑçılış günü olɑn 23 Nisɑn’ı Ulusɑl Egemenlik ve Çocuk Bɑyrɑmı olɑrɑk ilɑn eden büyük önder Mustɑfɑ Kemɑl Atɑtürk, bu dɑvrɑnışı ile çocuklɑrın hɑklɑrını dünyɑ gündemine tɑşımış, geleceğimiz olɑn çocuklɑrɑ sevgisini en yüksek seviyede ispɑt etmiştir.”

Ve de bugünkü durum:

Basın, yayın organlarında, medyada Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının bu yıl da, “terör” nedeniyle yapılamayacağı duyuruldu.

Kameri bayramlar serbest ve dünyada sadece Türkiye’de Miladi takvimde Ulusal günlere ikame etmek için sabitlenmeye çalışılıyor.

Yedi düvele karşı kazanılan Ulusal bayramlar ise acı içinde! Terör nedense ve sadece o günlerin kutlanmamasında akla geliyor!

Nazım Hikmet ne güzel demiş: “Çocuklara kıymayın efendiler!” Bayramlara da!

Bugün 23 Nisan
Neşe doluyor insan!

Saraybosna’da İZDÜŞÜM-S sergisi açıldı! 

Evet; İzdüşüm-S sergisi için Bosna Hersek’in başkenti (Saraybosna) Sarajevo’ya gittim ve döndüm. İkinci defa gittim Sarajevo’ya. Yazıya hazırlıklarım sırasında, geçen seyahatime ilişkin karaladıklarımı kurcalarken dikkatimi çeken şey; orada yaşadığım tedirginliği bu sefer hiç hissetmediğim oldu... Ama savaşın ve kuşatmanın izleri hala orada!

Sokaklar tanıdık geldi, insanlar da öyle… Geçen gidişimizde “merhaba” diyenler bu sefer “sarılarak” karşıladılar…

Serginin kurulumunu Hasan Zeybek, Adis Lukać ve Mirsada Balzić birlikte yapmışlardı. Galerija Preporod  kentin merkezinde, orta büyüklükte ve Sarajevo için önemli bir galeri!

Türkiye Cumhuriyeti Saraybosna Kültür Ataşesi Soner Şahin; sergi öncesi de, sergi sonrası da bize zaman ayırdı, misafir etti, ilgilendi, sağolsun.

Sergimizin açılışında; Bosna Hersek Kültür Bakanı Mirvad Kurić, Sarajevo Academy of Fine Arts Dekanı Marina Finci, Dekan Yardımcısı Nusret Pasic, Cazim Hadzimejlić, Sarajevo Museum of Contemporary Art müdürü Enver Hadziomerspahic ve Olimpijski Muzej müdürü Edin Numankadic başta olmak üzere çok sayıda yönetici, sanatsever ve sanatçı yer aldı. Katılımcı sanatçıları temsilen ise açılışa; ben, Mustafa Hastürk ve Hasan Zeybek katıldık.

Biraz da sergi hakkında bilgi vermem gerek: İZDÜŞÜM-S sergisi; YDÜ GSTF’nin 2015-2016 Akademik yılında gerçekleştirmekte olduğu, BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamında (Türkiye-Ankara, Azerbaycan-Bakü, Bosna Hersek-Saraybosna, Estonya-Tallin) yer alan ve sonuncusu fakültenin kuruluşunun onuncu yılında Lefkoşa’da açılacak sergi dizilerinden üçüncüsü olma özelliğini taşımaktadır.

Kısa bir not daha ekleyelim: YDÜ, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin organizasyonunda; projenin ilk sergisi Ankara’da “İZDÜŞÜM-A” adıyla Galeri Çankaya’da 16-30 Ekim 2015 tarihleri arasında; projenin ikinci sergisi ise 18-23 Ocak 2016 tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de “İZDÜŞÜM-B” adıyla Artvilla Galerisinde gerçekleştirilmişti.

Genel olarak gezi ve özel olarak da yazılabilecek formatta sergi hakkında şöyle bir açıklamam oldu: “Sergimizin başarısı yanı sıra; bu tür uluslararası etkinliklerin Yakın Doğu Üniversitesinin tanınırlığına katkı sağladığını bir kere daha gördük. Sanatçılar, akademisyenler ve özellikle de Kültür Bakanı ile yaptığımız görüşmelerin kısa sürede ışıldayacağına inanıyoruz. Davetimiz üzerine Bakan Mirvad Kurić; Sanat Akademisi Dekanı Marina Finci ve Çağdaş Sanat Müzesi müdürü Enver Hadziomerspahic ve Galerija Preporod Müdürü Mirsada Balzić ile birlikte YDÜ 2.Resim Çalıştayı kapanış sergisine katılacağını belirtti.  Sanata destekleri nedeniyle; özellikle Üniversitemiz yönetimine bir kez daha teşekkür ederiz.” 

Bu serginin sorumlusu Hasan Zeybek, beşinci kere gittiği ve bir de kişisel sergi açtığı Sarajevo’dan sergiye ilişkin şu açıklamada bulundu: “Yurtdışında organize ettiğimiz sergilere bir yenisini daha ekledik.. Diğerlerinde olduğu gibi bu sergide de, başkentler arasında bir sanatsal köprü, kültürel bağ ve sanatçıların işleri ile içsel bir izdüşüm oluşturmaya çalıştık.  “İZDÜŞÜM-S” sergisine; YDÜ’den akademisyenler, mezun veya halen öğrenimlerine devam eden öğrenciler ile akademi dışında resim çalışmalarını yürüten onsekiz sanatçı katıldı. Sergide; farklı teknikler ile yapılmış toplam 27 çalışma yer aldı. Sergimizin gerçekleşmesi sürecinde başta Yakın Doğu Üniversitesi, Galerija Preporod, Değirmenlik Belediyesi ve katılımcı sanatçılar olmak üzere bizleri destekleyen herkese teşekkür ederim.”

Bir sonraki sergi serisinde görüşmek üzere!

AKADEMİADA-7 başlıyor!

Fakültemizin kuruluşunun üzerinden henüz bir yıl geçmeden 2007 yazında arabayla Ankara’ya doğru giderken uğradığımız dostum; Aksaray Üniversitesi eski Rektörü Prof.Dr. Necdet Sağlam’ı ziyaretimiz sırasında bir ortak proje olarak önerdiğim “Yaz Akademisi” fikri; iki üniversite arasında Lefkoşa’da, 17 Nisan 2008 tarihinde protokol imzalanması ve Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin de katılımıyla kendini buldu.

İlk yaz akademisi; Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi işbirliği ile Aksaray Üniversitesi, Aksaray Valiliği, Güzelyurt Kaymakamlığı ve Güzelyurt Belediyesi’nin desteğiyle ve “Güzelyurt (Ihlara) Uluslararası Yaz Akademisi” adı ile 21 Temmuz-14 Ağustos 2008 tarihleri arasında iki dönem halinde gerçekleştirildi.

Sanat alanında Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilen Yaz Akademisi’nde öğretim elemanları gönüllü olarak görev aldı, öğrencilerden de hiçbir ücret talep edilmedi. Ayrıca; barınma, beslenme, malzemeler ve ulaşım giderleri ilgili kuruluşlarca karşılandı.  Necdet hocaya bu sayfadan bir kez daha teşekkürlerimi gönderiyorum!

Maalesef idarecilerin değişmesi ile birlikte kurumsal tavırlarda veya işbirliklerinde oluşan erozyon neticesinde biz bugün, artık kendi başımıza yürüyoruz.

İşte bu süreçten geçip de artık markalaşan sanat etkinliği Akademiada’nın yedincisi “YDÜ Akademiada-7 Uluslararası Sanat Akademisi”si, 25 Nisan-3 Mayıs 2016 tarihleri arasında Lefkoşa’da gerçekleştirilecek.

Geçen hafta Dünya Sanat Günü için hazırladığımız bildirinin akıbetine uğramaması için Akademiada-7 basın açıklamasında yer alan bilgileri buradan paylaşmak istedim:

Tarafımdan açıklananlar şunlar:  “Bugüne kadar 6 defa gerçekleştirdiğimiz etkinliğimizde sanat üretimi için 394’ü yurtdışından olmak üzere toplam 643 katılımcı/öğrenciyi, 45’i yurtdışından 60’a yakın usta sanatçı/hoca ile buluşturduk. Bu yıl da, Akademiada-7 kapsamında yurtdışı ve KKTC’deki üniversitelerin ilgili fakültelerinden katılacak öğrencilerin geçen yıllarda olduğu gibi YDÜ-GSTF çatısı altında ve birlikte sanat üretmeleri hedeflenmektedir. Etkinliğimize desteğini esirgemeyen Üniversitemiz Rektörlüğüne ve her yıl Akademiada’ların gerçekleşmesi için emek veren başta Fakültemiz ve üniversitemiz çalışanlarına ve öğrencilerimize teşekkür ederim!"

Akademiada-7, yürütme kurulu adına Öğr.Gör.Dr. Gökhan Okur tarafından yapılan açıklama da şöyle: “Bu yıl için çalışma alanları; resim, heykel, seramik, fotoğraf ve grafik olarak belirlenen Akademiada-7 de; Resim Atölyemizde Abant İzzet Baysal Üniversitesi, GSF öğretim üyesi Birsen Giderer, Heykel Atölyemizde Heykeltıraş Mert Kılınç ve Heykeltıraş Sinem Akın, Seramik Atölyemizde Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Öğretim Görevlisi Füsun Uludinç Çövenoğlu ve YDÜ GSTF Öğretim Görevlisi Vedia Okutan Gaydeler, Fotoğraf Atölyemizde sanatçı Mehmet Aslan Güven, Grafik Atölyemizde YDÜ GSTF öğretim üyesi Erdoğan Ergün ile yurt dışı ve KKTC’den katılması beklenen toplam 100 katılımcıyı bir araya getireceğiz.”

Pazartesi günü İstanbul’a gideceğim!

İş Sanat Kibele Galerisi’nde açılacak "Sanat Üretenler - Sanat Öğretenler" seçkisinde benim de bir resmim yer alıyor!  Sergi; 1970 sonrası kurulan sanat eğitimi bölümlerinde, güzel sanatlar enstitü ve fakültelerinde hocalık yapmış, aktif sanat yaşamıyla ülke sanatında belli bir yer edinmiş eğitimci sanatçıları ele alıyor.

Sanata yakın kalın…