Saturday, March 26, 2016

Usta, çırak, güreş

KIBRIS gazetesi, 2016-03-26, Cumartesi, sayfa:29





Doğu kültüründe sanatta unvan söz konusu olunca; kimi kaynaklara göre şöyle bir ölçüt, ya da yargı vardır: Bir insanın “usta” unvanı alabilmesi ancak, kendi hocasını geçmesi ve kendini geçen bir öğrenci yetiştirmesiyle olur!. 

Geçenlerde sanal ortamda karşıma çocukluğumuzun oyunları, “hatırlayan var mı” diye bir çalışma çıktı. Şaşırmamak mümkün değil. Çocukluğumuzun oyunlarıydı elbette ama çocuklarımızın oyunu değildi artık onlar.  Çok yakın değil, çok da uzak, ancak bizim nesilden sonra çok da devam edememişlerdi yollarına... Biz büyüklerimizden öğrendik o oyunları oynamayı da, çocuklarımıza öğretemedik. 

Mesela; çocukluğumuzun en popular sporlarından biriydi güreş! Merak ediyorum sütün ağaçtan elde edildiğini sanan bir nesil, güreşin nasıl bir oyun olduğunu düşünüyordur acaba?  Ya da şunu hatırlayacaklar mutlaka çıkacaktır: insanın insan ile yarıştığı en eski spor dallarından biri olan güreş, gelin görün ki son olimpiyatlardan çıkarılmıştı...

Nerede ise tüm televizyon kanallarında sadece Kırkpınar yağlı güreşleri süresince toplam bir-iki haber bülteninde o da bir siyasi figürün teşrifi söz konusu ise en fazla üç-dört dakika gösterilen bir spor türü artık “atasporumuz” güreş. NBA deki basketçilerin isimlerini, Formula-1 pilotlarını veya Wimbledon tenis turnuvasına katılanları sayan nesil, büyük bir olasılıkla tek bir güreşçi ismi söyleyemeyecektir.

Şimdilerde futbol endüstrisinin güdümünde çalışıp ödenen kimi sosyal psikologlar veya siyasiler tarafından el üstünde tutulan, futbol kadar başka hiç bir spor dalı popüler olmamıştır. Bu sosyo-ekonomik ve hatta siyasi sistem içinde hiç bir zaman olabileceği de mümkün görülmemektedir. Bir sonuç için şu örnek durumu açıklamaya yardımcı olacaktır. Faşist Franco; İspanya’yı nasıl yönettiği ile ilgili bir soruya 3-F formülü diye cevap vermişti hatırlayınız. Ne idi bu formül: Fado, Fiesta, Futbol...  Kısaca ve yıllarca, bu 3-F formülü ile uyuttuğunu söylemişti İspanyol halkını. 

Bu hafta; Reza Sarraf ve Brüksel patlamasından önce sosyal medyada bir patlama daha vardı. Şükür, ölen yoktu ama ne patlamaydı!  Bir üniversitenin Rektör Yardımcısı, doğal olarak Prof.Dr. unvanlı bir muhterem; katıldığı televizyon programında ülkeyi ayakta tutacak olanların okumamış cahil halk olduğunu söylemiş.  Merak ettim araştırdım.  Karşıma çıkan bir paragrafı basından okuyalım: “...Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor.  Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış cahil halk.  Türkiye’nin okumuş kesimi profesörden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları.  Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları.  Üniversite ve sonrası çok vahim…” 

Fado, Fiesta, Futbol...  Yirmi birinci yüzyılda ise cehalet!  Kelimelerin kifayetsiz kaldığı daha neler göreceğiz, ya geleceğimiz...

Mahallemizdeki, sokağımızdaki oyunlarımız ve hatta daha da vahimi ata sporlarımız dahi yok oldu... Onların yerine arabesk müzik, Michael Jackson dansı ve fast food beslenmeyi, ardından bunların üstüne bir de diyet furyasını ekleyince, evlenme programlarıyla altı yanan çorba, survivor programıyla patlayan bomba unutulup gider işte... 

Bilim, sanat, teknoloji… Ebabil kuşları ile demagoji yapılırken, yelkovan kuşları alır başını gider! Sanat, izleyenin hareketine duyarlı ekranlarda yer bulur kendine...

Konuya dönersek tekrar:
Doğuda sanatta olduğu gibi güreşin en önemli töresi; her ustanın en azından yerini alabilecek bir çırak yetiştirmesidir. Güreş sporunu yapanlara pehlivan dendiğini parantez içine almadan belirteyim. Bu töreye göre bir pehlivan ne kadar büyük olursa olsun, meydan ya da minderlere veda etmeden önce, başarılı bir çırak yetiştirmemişse ona çok da iyi gözle bakılmaz. Ancak, burada bir soru gelir akla hemen (NBA izliyoruz ya TV’lerde) peki her usta, çırağına bildiği bütün teknikleri, oyunları öğretir mi?

Bunu irdeleyen bir hikayeyi yıllar önce bir büyüğümden dinlemiştim. Bugünlerde yeniden aklıma geldi. “Her kuş kendi sürüsüyle uçar” sözünü bir yazımda yerine yerleştirdikten sonra, bu günlerde bir de bu hikayeyi paylaşmam icap etti. 

Sözlü tarihin içinden gelirken farklı versiyonları oluşan bu hikayeyi ben biraz harmanlayarak kelimeleyeceğim. Varsın hep beraber bir ders daha çıkaralım hikayeden:

Pek çok müsabakada birincilikleri olan bir pehlivanın; yiğitliğine yakışır, kendine has kırk oyunu varmış. Her gün güreş tutar ve bu oyunları ile rakiplerini yenermiş.  Zaman ilerledikçe galibiyetleri ve birincilikleri artıp durmuş ancak, bir çırağı yokmuş. Derken çıraklarından birinin gücü, kuvveti, teknik becerisi dikkatini çekmiş.  

Bir süre izledikten sonra onu yetiştirmeye karar vermiş. Zamanı minder, gücünü çayır yaparak çırağa otuz dokuz oyun, teknik öğretmiş.  

Hikaye bu ya, kuşun yuvadan uçma zamanı gelmiş!  Çırak, teknikte ve güçte öğrenebileceği her şeyi öğrenmiş. Karşısına kimse çıkamaz, gücüne kimse dayanamaz olmuş.

Nihayetinde çırağın gelişmesi o dereceyi bulmuş ki bir gün şehzadenin karşısına kadar çıkmış.  

Er meydanında  şehzadenin huzurunda: "Ustam büyüğümdür, üzerimde hakkı var, erdem sahibidir, benden üstündür, ancak ben de kuvvette ondan aşağı değilim, teknikte de ona eşitim" deyi vermiş.

Çırağın bu meydan okuma densizliği şehzadenin hoşuna gitmemiş: "Peki, ustanla güreşeceksin, eğer yenilirsen bir daha er meydanına çıkmayacaksın" demiş.

Usta ile çırağın güreşi için geniş bir alan seçilmiş; devletin ileri gelenleri, saltanat yalakaları, şehzadenin soytarıları ve hatta dönemin meşhur pehlivanları bu alanın çevresine toplanmışlar.

Kispetler giyilmiş. Yağlar sürülmüş. 

Davullar çalmış, zurnalar ötmüş. İki pehlivan meydana çıkmış..

Çırak, güreş meydanına sarhoş bir fil gibi gelmiş. Öyle bir dehşetle gelmiş ki, karşısındaki demir dağ olsa tuttuğu gibi yerinden koparırmış.

Usta; sakin ve temkinli... Durumu okumuş…

Sabahın alaca karanlığında başlayan güreş, akşam güneş batana dek sürmüş... 

Ancak; genç çırağın kuvvet açısından ustasından üstün olduğu açıkça görülüyormuş..

Pehlivanlar dinlenirken cazgır bağırırmış, onlar güreştiğinde herkes susarmış. 

Gün ağarıp güneş batacakken usta pehlivan çırağına şöyle bir bakmış ve güreşin son hamlesini yapıvermiş. Kolunu omuzlayıp tersinden sırtlamış çırağını öylece omzunun üstünden çevirip çimenlerin üstüne atıvermiş çuval gibi.  

Ustasından öğrendiklerini ustasına satan çırak, karşılığını bilmediği bu oyun ile serilir yere. Usta yorgun, kazanır ama hali biçare... Çırağın sırtını öper toprak.  Şehzade çırağa bağırır “işte hırsından düştüğün hale bak!”

Hırslı çırak, dersini her anlamda almıştır ustasından. Yenilgisinin omuzlarındaki ağırlığı ve ustasına densizliğinin ezikliği ile yerden doğrulur çırak.  Atılır, ustasının elini öper...

Ve de merakla sorar ona:
“Usta sen bana tüm oyunlarını öğretmiştin, ancak beni yendiğin o son oyunundan haberim yoktu..”

Yorgun ama mağrur usta pehlivan, iki nefes alır derin derin, alnındaki terini elinin tersiyle siler ve  yanıtlar çırağının sorusunu..

“Evet evlat, benim bildiğim kırk oyun vardı, ben sana otuz dokuzunu öğrettim.  Birini kendime saklamıştım, zora düşersem diye!  İşte, o oyunla seni yendim.”

Hikaye bu sonrasını bilemeyiz elbet ne olmuş, belki de zil çalmıştır!

Peki; Yunus Emre ne demiş:

İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsin 
Ya nice okumaktır

Güreş tekrar olimpiyatlarda madalya verilecek sporlar listesine girer mi onu da bilemeyiz ama Türkiye, Avrupa Birliğine asla.  Ötesi de, öncesi de, imzalanan mutabakat da, onlar için kazan kazan...  Türkiyem ise fokurdayan kazan!

Sanata yakın kalın...